Çırê Musyon

14 Aralık 2018 Cuma

Rêya Heqîyê, Alevilik ve İslam!

Son Makaleler

Rêya Heqîyê, Alevilik ve İslam!

Medeni dünyanın, bu arada Kürdlerin mücadelesi, Yahudilik ve Hıristiyanlığın çözüldüğü gibi, bilim ve bilginin gelişmesi ile siyasal İslamiyetin şiddetinin de çözülerek, laik bir siyasal ortama evirilmeyi sağlayacaktır. Demokrasinin yerleşmesi, insanlık duruşunun ve ilerleyişinin sürdürebileceği modern toplumu inşa edecek yol budur.
Rêya Heqîyê, Alevilik ve İslam!
Makaleyi Paylaş
4500 yıllık geçmişi olan Rêya Heqîyê inançlılar kendilerini 1376 yıllık tarihi olan Müslüman bilir, ancak Müslüman değiller!
4500 yıllık geçmişi olan Rêya Heqîyê inançlılar, kendilerini 500 yıllık geçmişi olan Kızılbaşlardan bilir, ancak Kızılbaş değiller!
4500 yıllık geçmişi olan Rêya Heqîyê inançlılar kendilerini 150 yıllık geçmişi olan Alevi bilir, ancak Alevi değiller!
***
Mafya liderlerinden, Sedat Peker’in Beşiktaş Cemevini ziyareti ve tepkileri güncel iken, Cemevleri’ne devletin tıpkı Camii ve diğer dini kurumlara el artarak, siyaset kurumları içinde projelendirdiği bir süreçte geçerken, Alevilik ve  RÊYA HEQİYÊ inancı konusunda bazı tarihi ÖN BİLGİLERE sahip olmak önemlidir.!
***
Otorıter Islam ve Hilafet Kavgaları
İSLAMİYET; din ve yönetimi iç içe, iktidar olarak süre gelmiştir. Böyle olduğu için hem İslam hem laik olarak kalması güçtür.
ISLAMIYET; dinsel otoriteyi esas alır. Muhammed bir otorite olarak, kurallarını tam yerleştirmeden, peygamberlik sürecini kısa yaşadığı ve beklenmediği bir anda erken ölümü ile sonrasına siyasal İslam’in krizi olarak yansıdı. 1376 yıldır İslamiyet bu krizi bir cehennemi yaşatarak insanlığın kendisine inananlara, göstererek tarihe geçmiştir. Böyle olduğu için öğreniyoruz ki Muhammed vefat ederken, Halifelik için yapılan iktidar savaşından dolayı, cenazesi üç gün yerde kalmış ve defin edilmemiş olduğunu tarihe not düşmüşler!
İSLAMİYET'in ilk krizi, dört halife döneminde kanla yaşanmış ve sonrasında da derinleşerek bugüne varmıştır. Bu derin krizi ancak siyasal dinî süreci yaşayıp, acısıyla çözmüş toplumların oluşturduğu modern devletlerin dış müdahaleleri ve içerde bu dinamiğin istemi ile ancak çözülebilir!
İSLAMIYET'te ilk adımı atan Muhammed ile birlikte Kureyş kabilesinin ileri gelen elitleri olmuştur... Bunlara, Muhammed’in yakınları olmaları itibarıyla “Ehli Beyt” derler, ilk İslamistler oldukları için de kendilerini “Sahabe” olarak isimlendirilir...
Bu sahabeler, 632 yılında Muhammed ölünce, her biri kendisinin, Muhammed’in otoritesini işlediği yere, yani halifeliğini kendine laik görür ve o tahta oturmak için mücadeleye atılırlar.! Bunlardan;
EBUBEKIR (632-634'te halife); Muhammed’in ilk kayınbabasi ve kervan ticaretinde en büyük hissedarı ve ortağıdır.
ÖMER; (634-644'te halife); İslâm istilalarında katledip kalanını yola getirmek üzere başarı göstermiş, Muhammedin eniştesi, Ali'nin kızı, Muhammed’in torunu Ummi Gülsüm ile de evli ilk sahabelerden olduğu bilinir, halifeliğin iktidar kavgasında öldürülür!
OSMAN; (644-656'da halife); Muhammed’in akrabası, halası Ümmi Hakim'in torunu, kızları Ümmü Gülsüm ve Rukiye ile evli, o da halifeliğin iktidar kavgasında öldürülür..
ALİ; Son halife olarak tarihe geçen, namaz kılarken öldürülen halifedir. Ali de Muhammed’in amcasının oğlu, Kureyş kabilesinin Haşimi ailesindendir. Ayrıca Muhammed’in kızı Fatima ile evlidir, eniştesidir. Bugün Şia (Ali taraftarları) ve Sunni cephe sahada, farklı güçlerin maşası olarak ve tarihten gelen kin üzerinden kendi içinden ve birbirleri ile boğazlaşıyor...
Bu Hilafet kavgasına canlar gitti, İmparatorluklar, devletler oluştu savaştı. 
Bu gün de III. Dünya savaşının en büyük mezesi olarak Yakın Doğu'da, Orta Doğu'da insanlığın yakasından düşmeden İslamist taraftarların siyasal şiddeti sürüyor!
Rêya Heqiyê inancı, din uğruna kılıç kuşanmayı, başkasını hilafeti için öldürmeyi, dinine taşımayı kabul etmeyecek kadar doğayı, insanı kutsal bilen, kendisi ve kutsalı arasına hiçbir şeyi kabul etmeyen, sesiz, sakin ve 4500 yıllık geçmişi olan bir inançtır. Bu inancı Müslümanlığın Şia ya da başka bir inancı içine alarak hilafet kavgasında helak etmek, şiddete bulaştırmak, tarihini görmezden gelmek, tarihi kültürel geçmişini hiçleştirmek zuldur.
***
“Alevilik” derken, genel olarak Nusayriliği ve Bektaşiliği, Rêya Heqîyê inançlarını bir olarak ele alırlar ki bu doğru değildir. Bu tarz bir girişim, araştırmayı daha başlangıçta sakat kılar. Nusayrilik; Arap Şialığıdır. Bektaşilik; Hacı Bektaşi Veli ve onun temsil ettiği Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan beri, devşirme Yeniçeri Orduları’nın kurumsalı olmuş ve “Devlet Aleviliği” olarak sahiplenilmiştir. Osmanlı Yeniçeri Ordusu, devşirme çocuklardan oluştuğu için, Hacı Bektaş-i Veli’yi “manevi baba”ları bilir. Bu nedenle Yeniçeriler, Hacı Bektaş-i Veli’ye “Baba” der. Hacı Bektaşi Veli, Horasan’da “Eren”, Anatolia’da “Abdal” ve ölümünden sonra adına “Tekke” kurulmuş, tabulaştırılmıştır.
Rêya Heqîyê inancında olanlar, kendilerini “Alevi” bilir, ancak Alevi değildirler. Aleviler, kendilerini “Kızılbaş” bilir, ancak “Kızılbaş” değildirler. “Kızılbaşlık”, Osmanlı Devleti’nin 15. ve 16. yüzyılda, İran yanlılarına verdiği isimdir. Daha sonra Osmalı Devleti’nin yarattığı algıda Müslümanlığa biat etmeyen tüm “Mecusi” dinlerin yanısıra, Şia olan herkesi “Kızılbaş” olarak adlandırır Osmanlının tanımladığı bu isim, zamanla Rêya Heqiyê inancında olanlar da kabul eder olurlar. Esas karışıklık da burada başlar. 1870-1890’lı yıllarda, II. Abdulhamid ve sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti, “Alevi” terimini “Kızılbaşlık” kavramının yerine kullanır!. Dışarıdan verilen bu isim de zamanla içselleşir ve kabul edilir. Ancak Rêya Heqîyê inancı, bu kavramlara oturamaz. Şimdi de “Kürd Aleviliği” ile diğer Bektaşi ve Şia inancına dayanan Aleviliği ayırt etmek, arasındaki farklılığı vurgulamak için “Rêya Heqiyê /Kürd Aleviliği” olarak belirtmek durumunda kalınırken bile, “Kürd Aleviliği” vurgusu Rêya Heqîyê kavramını gölgelemekte ve onları Nusayriler ya da Bektaşilerin yanına düşürdüğü, “Aynı aidiyetten olduğu”nun karışıklığını verme tehlikesini yaratmaktadır. Oysaki Rêya Heqîyê inancı, Kızılbaş ve Alevilik kavramları türetilmeden önce vardır. Bu açıdan kökleri dörtbin yıl öncesinde var olan bir inancı, 500 yıl geçmişi olan bir “Kızılbaşlık” ya da 140 yıldan fazla geçmişi olmayan türetilmiş “Alevilik” kavramının içinde göstermek, Rêya Heqiyê inancının tarihi geçmişini, mitolojik araştırmaya kapatmak olur ki, bu doğru olmaz!
Bazen Şialığı bile Aleviliğin içinde ya da Aleviliği Şialığın içinde değerlendirirler ki, bu da Aleviliği eritme/asimilasyona tabii tutma amacından kaynaklanmaktadır.
Bu karmaşıklığın tamamı, devletlerin dini, ideolojik bir saik olarak kullanmak ve nüfus alanlarını genişletmek politikasından kaynaklanmaktadır.
Mihtra inancı, Ariyan halklarının inancıdır. Hıristiyanlıktan sonra bu inancın sürdürücüleri Farslar ve Kürdler olmuştur. Rêya Heqîyê inancı, Mıhtra inancının devamı olup, orjinliğini bazı değişikliklerle de olsa, sonuçta devam ettiricileri Kürdler olmuştur.
Rêya Heqîyê inancı, MÖ. 2.000 yıllarına varan Xweda/Yêz-dan/Yaratan adı ile özdeşleşen Mihtra ve sonrasındaki Zerevan, Zerdeşt ve akabindeki Mani-Mazda ve Hürmüz, Yaresan-Kakayî inancındaki ritüelleri içermekte ve taşımaktadır.
Zira birbirlerinin devamı olan bu inanç silsilesinde; güneş, yağış, toprak, rüzgâr ve emek ile insani paylaşım, önemli bir yer edinir. Rêya Heqîyê’nın de içinde olduğu “Mecusi” inançlarda, şiddet yok ya da yok denecek düzeydedir.
Bundan dolayı Mihitra’daki temel felsefede; “Güneş, yağış, toprak, rüzgâr, emek ve insan kutsaldır!” denir!
İslamiyet’te temel dua nasıl ki; “La İlahe İllahla Muhammeden Resul Allah” ise, ilk tek tanrılı din olan Mihtra ve devamındaki inançlarının temel duası ise tabiat ve insanlık içindir. Şöyle:
“Ey Yaratan, Bize;
Aydınlık ve sıcaklık için GÜNEŞ
Su ve yeşillik için YAĞIŞ
Hava ve denge için RÜZGÂR,
Ekip biçmek için verimli TOPRAK
Üretmek için GÜÇ ve İNSANLIK ver!” denir.
Bu “kutsal” şeyler sonucunda elde edilen, “Tüm tabiatın varlıkları kutsaldır, tüm canlılar ve insanlık içindir.” İnsanlara bağış edilen bu tabiatın varlıkları sonucunda elde edilen her ürün, insanlık içindir. Tabiat ve topraktan alınan, adil ve insanca yaşam için kullanılır. Her birey emek vererek ürettiği ürün, sadece kendisine ait değil, etrafında yaşayan her bireyin de hakkının olduğunu düşünerek paylaşır. Paylaşımda güç sahibi olamayanlar ve güçten düşenler, çocuklar ve yaşlı komşular öncelikle hak sahibidir. Bu inançların bir özelliği başkasını kendi dinine davet etmez, başkasının dininden vazgeçerek bu dine dahil olması istenmez. Bu nedenle “dinine getirmek”, “yola getirmek” gibi zorlamalar yoktur.
Bu ritüellerin tamamı tarihte Mihtra, Zerevan, Zerdüşt, Mani, Hürmüz ve onların sonrasında bugün Kürdistan’da var olan Rêya Heqîyê, Yaresan/Kakayi, Êzdîyatî, Dürzi, gibi inançlarda yaşatılıyor.
Bu inançlar yaşadıkları süreçte; kendilerinden sonra yaşama sokulan, Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlıktan derinlikli etkilendiler ya da etkilediler. Dinler, inançlar, kültürler arasında geçişkenlikler yaşandı.
Bu etkilenişler olumlu ve olumsuz dönüşümler sağladı.
Dinlerin, siyasetin aracı durumuna getirilmesi, aynı zamanda onun insani ve doğal içeriğinden, iktidar ve devlet üzerinden boşaltılmasıdır.
Özgün tarih açısından örneklendirirsek; Mihtra inancı geleneği, Safevi devleti tarafından Zerdüşt sonrasında devlet dini moduna alındı, küçüldü, bölündü, çözüldü çörütüldü. İnsani olmaktan uzaklaştırıldı.
Önce Mani, sonra Hürmüz; “Mihtra, Zerevan, Zerdüşt inancı, tabiat dinidir. İktidar dini olamaz!” tepkisi ile iktidarlaştırılan dine, muhalif inancı ile tabiatı ve insani değerleri kutsayan yönü olarak, özellikle Medya coğrafyasında (Ermeni platosu, Kürdistan coğrafyası ve Persiyada) varlığını sürdürdü.
Rêya Heqîyê inancının da arkaik bir zinciri olan Hürmüzler, İslamiyet’in ortaya çıkışının aynı yüzyılda ve en “Altın Çağı”nda, 669 yılında, Orta ve Yukarı Mezopotamya’da iki koldan saldırıldı. Bu Mihtra inancına karşı İslam Ordularının ilk büyük saldırısı idi.
Rêya Heqîyê’yi de içinde değerlendirebileceğimiz “Tabiat ve insan kutsaldır” diyen Hürmüz inancına, ilk kapsamlı saldırısı, “Hazret” olarak adlandırılan İslam lideri Muhammed’in eniştesi ve halifesi olacak Ali ve Ali’nin eniştesi Ömer komutasında gerçekleşmiştir. O saldırı, esasta bugünkü IŞİD’ten farksız olan ve Kürdler üzerinde uygulanır oldu.
Ali’ye bağlı Arap orduları, Habur’dan Şehrizor’a kadar saldırdı. onbinlerce Hürmüz öldürüldü, Ömer’e bağlı birlik ise Habur’dan Semsur (Adıyaman)’a kadar saldırdı, 100 bin insan da bu hatta öldürüldü. Kürdler esir alınarak İslamiyet zorla Kürdlere kabul ettirildi.
Ali’nin yönettiği o saldırılarda, onbinlerce Hürmüz Kürd’ü öldürülürken, tıpkı bugünkü IŞİD misali gerçekleştirildiğini en iyi Baba Tahiri Uryan’a ait olduğu söylenen şu şiirde belirtir:
“Hurmuzgah ruman
Agiran Kujan,
Hoşan şareve gewre geregan,
Zorkeri Areb kirdine Habur
Gihane pala pêşe Şarizor
Jin û kenikan ve dil beşînan
Merdi aza dilên ji rûye hevînan
Rewişt maye bêdest
Bizika nakit Hurmuz ve hiç kes!”(Sal: 669)( Baba Tahiri Uryan)
İslam şiddetinin tarz ve metodu, içerik olarak aynıdır. Tek fark, dönem değişikliği ile teknolojik farklılıklar ve küresel güçlerin de devreye sokulmuş vaziyette, taraftarların cepheleşen dengelerini gözeterek sürdürür olmalarıdır. İktidar uğruna alıkoyma aynı tarzda işlevlidir.
İslamiyet’in ruhundaki şiddetin sonucudur ki, İslamiyet’in en “Altın Çağı”nda biliyoruz ki Ali, Ömer ve Osman, Muhammed’in halifeleri idi ve İslam’ın bu çağında İslam şiddetinin sonunda kendileri ve çevreleriyle birlikte şiddetin kurbanı olmuş, can vermişlerdir. Kendi içinde iktidar hesaplaşması ile İmamların nerede ise tamamı iç şiddet neticesinde, adeta İslami metod ile öldürülmüşlerdir. İslam’da barış görülmemiştir. Bu şiddet Osmanlı İmparatorluğu’na geçen halifelikle de sürdürülmüştür. Bu da ayrıca göstermektedir ki, İslamiyet’te yayılma ve hâkimiyetin biricik aracı savaş ve şiddet olmuştur. Barış ise sadece bayramlarda iç sorunlarındaki şiddeti birazcık olsun düşürmek için kullanılan, ihtiyacın dayattığı bir gelenek olmuştur ki, onu da “Kurban Bayramı”nda, insanlara dönük şiddetin yolunu, yılda üç günlük gibi bir süreliğine hayvanlara çevirerek, başka bir tarzda şiddeti yaşatarak sığdırmışlardır.
İslamiyet, kendi dışındakilerine, şiddetin hep yeniden gündemleştirilmesi şeklinde işlemiştir. Siyasal İslamiyet, dışındaki inançlara ve bu arada Rêya Heqîyê inancına da karşı gerçekleşmiş bir şiddet tarihidir.
Kürdler, esas olarak şiddet ve zor yolu ile Müslümanlaştırılmıştır.
Bu katliama karşı koyup kendisini koruyan Rêya Heqîyê, Yaresan/Kakai, Êzdiyati, Durzi, Enel Haq inançları bazı aşınmalar yaşasa da kendini koruyarak bugüne varlıklarını vardırabilen inançlardır.
Bu inançların özellikle Kürdler içinde, kendilerini var etmiş olmaları da ayrıca incelenmesi gereken bir durumdur.
İran’da, Zerdüştlüğü resmi din haline getiren devlet, daha sonra İslamiyet’i kabul etti, hatta ilkin İslamiyet’in Sünni mezhebini kabul etti. 1427 yıllından sonra ise Fars olan Şah Ali liderliğindeki Erdebil Tekkesi, İran’da iktidarda etkin olmaya başladı.
1501, Şah İsmail’in Tebriz’i fethiyle birlikte İran’da Safavi hakimiyeti başlamıştır. Bu dönemde, İran’da Şialığın 12 İmam (Caferi) kolu hakim olmuştur. Bu, aynı zamanda, Osmanlı ve İran İmparatorlukları arasında, savaşın kızışması döneminin başlaması idi.
Bu dönem Rêya Heqîyê inancına karşı ikinci büyük saldırı, Osmanlı Devleti tarafından gerçekleşmiştir. O saldırılar da bugünkü IŞİD saldırılarından farksız olmuştur.
Rêya Heqîyê inançlılar, İslam Sünni Osmanlı İmparatorluğu’nun saldırıları karşısında, İslam Şia İran İmparatorluğuna, sığınmaya çalışır. İslam Şia İran İmparatorluğunun, Osmanlıyla çelişkisine rağmen Rêya Heqîyê inançlılara kapıları açmaz “Siz, İslama karşı geldiniz. Sığınmanız için İslam ve hatta Şia olmanız gerekir!” şartı ile karşılaşırlar. Pir Sultan Abdal’ın “Açılın kapılar Şaha gidelim” yalvarışları işe yaramaz. Zor ve şiddet karşısında canlarını kurtarmak üzere bu dayatmayı kabul ederler, teslim olurlar. İslamiyeti sözde kabulleri ile “rafızı” durumuna düşerler.
O tarihe kadar, Halife Ali ve 12 İmam ritüelleri Rêya Heqîyê inançlıları da olmadığı halde, ataları ve inançlarından olan onbinlerce insanı öldüren halife Ali’yi bile kutsar olurlar. Ali’yi, Şia üzerinden tabu ederler. O güne kadar, Rêya Heqîyê inançlı şairlerinin dilinden ve bilgisinde olmayan Ali ve 12 İmamlar için övücü şiirler yazarlar. İdol belledikleri; “Yedi Ulu Ozan(Şah İsmail/Şah Hatayı, Nesimi, Virani, Yemeni, Pir Sultan Abdal, Fuzuli, Kul Himmet)”, “döndükten sonra” Rêya Heqîyê inançlılar içinde, Şialığın, Ali’nin ve 12 İmam’ın propaganda araçları ve yayıcıları olurlar. Taraftarları onları, “dönek” diye eleştirir. Pir Sultan Abdal başta olmak üzere, onlar, kendilerinin dönekleşmediğini ve “Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan” şiirleri, sazları eşliğinde okuyarak, eski itibarlarını korumaya çalıştılar.
Osmanlı imparatorluğu için aynı zamanda Rêya Heqîyê inançlıları da dahil olmak üzere, Osmanlı İmparatorluğuna biat etmeyen her muhalif kesim, «Rafızi» (özü sözü bir olmayan) veya “Kızılbaş” olarak aşağılarcasına isimlendirmiş oldular.
Rêya Heqîyê inançlılara karşı üçüncü büyük saldırı; İttihat ve Terakki(1880-1918) dönem ve sonrasında sistemleşti. Bu dönemde, Türk ve Müslüman olmayan herkes, Yakın Doğu’dan sürülecek ya da katledilecekti. Başta Hıristiyan toplumlar olmak üzere, tüm İslam olmayanlar sürülüp soykırıma uğratılacak, sadece Türk ve İslam toplum bırakılacaktı. Bu dönemde, Rêya Heqîyê inançlıları da dahil olmak üzere; Bektaşi, Nusayri gibi inançlılara katarak tamamı “Alevi” şeklinde isimlendirildi.
Aynı dönemde İttihat ve Terakki iktidarı; “Türk millet yaratmak” üzere, sistemli bir soykırım politikası uyguladı ki, bu bugünkü IŞİD’in yaptıklarının benzeri bir politika ve uygulama idi.
Rêya Heqîyê inancına karşı dördüncü büyük saldırı ise; 1919-1938’de, M. Kemal önderliğindeki Türk devleti, oluşturduğu resmi ideoloji ile Kürd ve “Alevi” dedikleri aidiyete karşı gerçekleştirdi ve sürekli sürdürülür bir politika olarak aktüel kılındı. Bu da nüans farklarla, bugünkü IŞİD’in yaptıklarından farksız bir durum olarak sürdürüle geldi.
Tüm bu yaşanmış tarih, siyasal İslamiyet ideolojisinin, kin ve nefretinin hedefi olmuş, Rêya Heqîyê inancındaki insanların, din temelli “suskun savunması” bile, kendilerine hep soykırım olarak yaşatılmıştır.
Bugün de gerek “insanı kutsal sayan ve kıblesi yapan”, Rêya Heqîyê inançlılarının, tıpkı Şengal’de, Musul’da Hıristiyan ve laik topluluklara karşı IŞİD’in ya da siyasal İslamiyet’in norm ve ideolojisi ile yöneltilen şiddetin, Rêya Heqîyê inançlılara yönelme ihtimali güçlü verilerle doludur.
Bu açıdan, Kürd siyasal sınıfının, ulusal kurtuluş mücadelesini sürdürürken, içindeki farklı din ve inançtan insanların özgürce kendi etnik, dini kültürleri ile yaşamalarını sağlayacak, güvenceler ortaya koyacak, özenli davranışlarını göstermeleri önemlidir.
Kürd hareketinde, kırk yıldır gözlemlediğimiz, bir durum var ki; İslamcı kesimde din söylemi yükseldiği oranda Rêya Heqîyê inançlılar, aynı oranda güvensizlik duymuş ve Kürd hareketinden uzaklaşmayı tercih etmiş ve savrulmuşlardır.
Rêya Heqîyê inancının, devletin şemsiyesine katılarak korunmaları, maaş almayı düşünmeleri, zorunlu din dersine tepki koymamaları, Cemevleri, hatta Pir Sultan Abdal dernek ve vakıfları üzerinden, Türk ve Türkçülük siyaseti yapılmakta, Türk kurumları olarak şekillendirilirken, eleştirmekten itina etmeleri, zayıflıklarını ortaya koymaktadır.
“Teslimiyet” anlamına gelen İslam ya da Müslüman kavramları, İslam’a teslim olmak, insani değerleri önemseyen Rêya Heqîyê ve diğer Mecusi inançların asimilasyona tabi tutulur olması, insanlığın şiddet karşısında sinmesi, erimesi anlamını içerir.
Kürd halkı, çok dinli, farklı farklı inançları olan bir millettir. Bu nedenle huzuru için, laik bir halk olmak durumundadır.
Şiddetten korunması ve iç birliğini sağlaması için millet olarak birleşip, ulusal kurtuluş mücadelesini verirken, içindeki farklılıkları, İslam’ın şiddetinden korumak, öncelikle Müslüman Kürdlere düşmektedir.
Müslüman Kürdlerin, Şengal’de karşılaşılan trajediye el birliği ile eksiklikleri olmakla birlikte, sahip çıkmaları, büyük erdemlilik idi.
Bu tutumun Kürdistan sathında, hatta diğer ülke ve topluluklarda, tüm inançlara ve farklı etnisitelere karşı gösterilmesi önemli bir güven tesisidir. Êzîdîler ve Rêya Heqîyêliler, bu güvenli eli tutmaktan başka çareleri yoktur. Kürdler ya da diğer topluluklar, farklı dini ve kimlikleri ile birliklerini sürdürdükleri oranda, huzurlu yaşamı yakalayabilirler.
Medeni dünyanın, bu arada Kürdlerin mücadelesi, Yahudilik ve Hıristiyanlığın çözüldüğü gibi, bilim ve bilginin gelişmesi ile siyasal İslamiyetin şiddetinin de çözülerek, laik bir siyasal ortama evirilmeyi sağlayacaktır. Demokrasinin yerleşmesi, insanlık duruşunun ve ilerleyişinin sürdürebileceği modern toplumu inşa edecek yol budur.
Din Siyasetten Uzak Olursa; Çok İnançlılık,  
Kavganın Değil, Hoşgörünün Sebebi Olur
Kürdler, çok dinli, çok kültürlü, çok lehçeli, çok parçalı, çok bölgeli bir ulus halktır. Bu çokluklu oluş, eğer hoşgörü ile değerlendirilirse, olumlu gelişmelere de vesile olacak... Misal: Yahudi Kürdler, Yaresan/Kakayi Kürdler, Müslüman Kürdler, Hıristiyan Kürdler, Şebek Şia Kürdleri, Êzidi Kürdler, Zerdüşti Kürdler, Rêya Heqîyê inancında Kürdleri, Ateist Kürdler ve daha başka başka inançtan Kürdler var. Tamamı kendi inancını özgürce yaşayabilir. Din siyasetten uzak olursa, çok inançlılık,  kavganın değil, hoş görünün sebebi olur.
Kaldı ki, bu çok dinlilik, bizi laik olmaya daha çok ihtiyaçlı kılmışken, farklılıklarla yaşamaya alıştırıp eğitirken, demokrasi kültürünü içselleştirip sağlıklı bir toplum olmamızı sağlar. Bu bizi kökten dincilik marazilerinden, şiddetten uzak tutar.
Ahmet ÖNAL

Kurmanclar Kürt müdür?

Fuat Söylemez*
Modern Kürt tarihçi Mehrdad İzady Kürtler adlı kitabında, Kürtler köken itibari ile bir tek halkın değil, Kürdistan’a göç etmiş birçok antik halkın ortak soyunu temsil etmektedir diye yazar. Kürt/Kürtler kim sorusu hakkında birçok makale tarihi referanslarla tasnif ve tanımlanmış olmakla birlikte zihinleri kurcalayan bazı karanlık noktaların halen güncelliğini koruduğunu görüyoruz. Bu makalenin amacı kavram kargaşasına neden olmuş ve zihinlerde yer etmiş bulanıklığa tarihi perspektiften alternatif bir bakış sergilemektir.
Tarih okumalarımdan anladığım Kürt kavramının kök bir kavram olduğu ve İranik halkları tanımladığı şeklindedir. İranik halklar ve İranik diller şeklinde tasnif edilen ve tanımlananın aslında Kürt halkları ve Kürt dilleri olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Kürt, kök bir kavram olarak Slav, German, Roman (Latin), Sami vb. örneklerinde olduğu gibi bu kavramlara eş değer bir anlam çerçevesinde değerlendirilmelidir. Antropolojik tasniflerde linguistik tasnif başat rol oynasa da fiziksel, kültürel antropoloji ile birlikte arkeolojik çalışmalar da tarih yazımında ve tanımlamalarda önemli rol oynar.Antik çağlarda tanımlamaların kökeninin ekseriyetle coğrafya veya aristokrasi (haneden) olduğu açıktır. Henüz ulus devletlerin olmadığı ve toplulukların kabileler şeklinde örgütlendiği kadim zamanlarda isimlendirmelerin coğrafya veya siyasal anlamda hükmeden/hüküm sahibi hanedanlıklara atıf yapılarak kavramsallaştırılmasının dönemin sosyo-kültürel iklimine uygun bir yaklaşım olduğunu söylemek mümkündür.
Bahsedilen tarihsel süreçte, hanedanlık ve/veya dönemin aristokrasisine bağlı gerek aşiret düzeyinde gerekse aşiretler federasyonu şeklinde örgütlenmiş daha büyük organizasyonların (beylik, kraliyet, imparatorluk) teb’ası tabi olduğu hanedanlık adıyla bilinir ve isimlendirme hanedanlık esas alınarak yapılırdı. Osmanlı İmparatorluğu örneğinde olduğu gibi Osmanoğullarının teb’asını ifade etmek için Osmanlılar denmesindeki espri diğer halklar içinde geçerlidir.
Coğrafi anlamda tanımlamalar ise Media, Mezopotomya, Arabia, Anatolia vb. örneklerle gösterebiliriz. Bu kavramların belli bir coğrafyada yaşayan halkın ya da halkların coğrafi ve kültürel bir aidiyetine tekabül ettiği yalın bir gerçekliktir. İbni Haldun tasnif ve tanımlamalarını bu iki esas üzerinden yapmıştır.
Bu girizgahtan sonra neden İrani halklar yerine Kürdi halklar denilmesi gerektiğini aşağıda maddeler halinde açıklamaya çalışacağım.
1- 1925 yılında İngilizlerin desteğiyle iktidara gelen Rıza Han, ismini değiştirerek Şah Rıza Pehlevi adı almış ve 1935 yılında ülkesinin adını yoğun itirazlara rağmen İran Cumhuriyeti yapmıştır. Neden İran?
İran, Aryan kavramından mülhem modern İran devletinin devlet adı olarak seçtiği ve halen kullanılan kavramdır. Aryan, Vedik Dönem’de Hindistan’ın Āryāvarta olarak adlandırılan bölgesine yerleşmiş, antik Hint-Avrupa dil ailesine dahil diller konuşan etnik grubu ve bu bölgeyi tanımlamak için günümüzde kullanılan bir ifadedir. Bu topluluklar yüzyıllarca bölge toplumları üzerinde aristokratik bir sınıf olarak hüküm sürmüşlerdir.
Aryan Sanskritçe “asil” veya “onurlu” anlamındaki “Ārya” kelimesinden türetilmiş bir sözcüktür. Büyük oranda Proto-Hindu-İranlıların etnik olarak kendilerini tanımlama amacıyla kullanılmak üzere var olmuştur.
19’uncu yüzyılda, Hint-İranlılar, Hint-Avrupa dillerini konuştukları bilinen en eski insanlardı. Aryan kelimesi sadece Hint-İranlıları ifade etmek için değil aynı zamanda Hint-Avrupa dil ailesinden olan dilleri konuşanları da ifade edecek şekilde kullanılmaya başlandı. Ancak bugün için Aryan tanımlamasının o çağlarda bile ırksal değil, dini, kültürel ve dille ilgili bir tanımlama olduğunu kabul edilmektedir.
2- Antik İran tarihinin kavşak noktalarından biri de Med İmparatorluğu’nun bir saray darbesiyle iktidarını ele geçiren Pers hanedanlığına dönüşmesidir. Med İmparatorluğu aşiretler konfederasyonu şeklinde örgütlenmiş bir yapıdır. Antik Yunan tarihçi Heredot eserinde şöyle yazar, “Deiokes’in hükmü altında toplananlar yalnız Media ahalisiydi; Medler çeşitli boylardan oluşmuştu: Buslar, Paretakenler, Strukhatlar, Arizantlar, Budiler ve Maglar.”
Saray darbesi dediğimiz olayı Heredot’un ismini zikrettiği veya ismi zikredilmeyen aşiretlerden birinin iktidarı silah zoruyla ele geçirmesi şeklinde okumak gerekir. Gerçekte Medlerle Persler arasında bir savaş yoktur. İktidarın el değiştirmesi ve başka bir hanedanın iktidara sahip olup imparatorluğu genişletmesi şeklinde yorumlamak daha doğru olacaktır. Bu şekilde düşünmek için elimizde yeterince kanıt var.
Heredot aynı eserinde, “Medlerle Persler kesinlikle aynı aletlere sahip ve Medlerle Perslerin olağan giyimleri gerçekten birbirinden farksız” derken arkeolojik kazılarda da bu durumu pekiştiren bulgular mevcuttur.
Yunanlar bu halkın yaşadığı bölgeye Medya adını vermişler. Medler ilk kez Asur Kralı III. Salmaneser’in dönemindeki (M.Ö. 858-824) yazılarda “Mada” adı ile kaydedilmişler. Medya burada da coğrafi bir tanımlama olarak karşımıza çıkmaktadır. Tabii bu coğrafi tanımlamanın aşiretin iktidar sahibi olmasıyla hükümranlığa atıfla Medlerin ülkesi anlamında kullanıldığı gerçeğini ıskalamamak lazım.
Magların Mad (Med), Paretakenlerin Pars (Pers) olma ihtimalini de düşünmek gerekir. Nihayetinde federasyonun bir unsuru olan Pers (Ahamenişler) aşiretinin iktidarı zorla ele geçirdiği ve bir müddet iktidarı Medlerle paylaştığı doğru bir yorumlamayla anlaşılmaktadır. Bu iki Kürt aşireti arasında kız alıp vermeye dayalı akrabalık ilişkileri haricinde iktidarı paylaşmak da tarihi referanslarla sabittir. Nitekim M.Ö. 550 yılında, Büyük Kiros’un dedesi Med Kralı Astiages’i yenmesi sonucunda Kiros, Ahamenişleri Med İmparatorluğu’na şerik yapmıştır. Bir dönem Med-Pers İmparatorluğu şeklinde devam etmişse de Kiros’un saray darbesiyle, siyasal otorite ilk defa güneybatı İran’da yoğunlaşan Pers aristokrasisinin eline geçer ve kısa bir süre sonra M.Ö. 550’li yıllarda güçlü ve merkezi bir Pers İmparatorluğu’nun temelleri atılır.
3- Pers kavramının etimolojik kökeni hakkında elimizde yeterli veri olmamakla beraber Ahameniş hanedanının kurucu kralı Kiros (Cyros) isminin form değiştirmiş şekli olabileceği gibi, Parsi kavramının Kurmanca ve Zazacadaki anlamları esas alındığında toplamak, dilenmek gibi anlamlar ihtiva etmesinden hareketle göçebe anlamına da gelebileceğini söylemek mümkündür. Bilemiyorum.
4- Pers İmparatorluğu’nun resmi dili Daricedir. Dariler Afganistan’da en büyük nüfus oranına sahip Peştunlardan sonra ikinci büyük nüfusu oluşturan ve Afganistan Farsçası konuştukları söylenen bir halktır. Gerçekte hanedanlığa izafeten hâlâ yanlış olarak kullanılmaya devam eden Persçe dilinin Darice olduğudur. Tacikce ve Farsça Darice ağızlarıdır. Med İmparatorluğu’nun resmi dilinin de Darice olduğu göz önüne alındığında iktidarın hanedana göre değiştiği bunun teba aşiretlere yansımasının dönem itibariyle çok önemli olmadığını söyleyebiliriz. En nihayetinde antik dönemde İranik (Kürt) dilleri arasında bu kadar fark yoktu.
5- 13’üncü yüzyılda yaşayan Ermeni tarihçi Heyton (Hethum) şöyle der: “Sonunda Araplar Mısır’ın yönetimini kaybettiler ve Medler ‘ki onlara Kürtler deniliyordu’ Mısır’a egemen oldular.” Mısır’a egemen olan gücün Pers Kralı Kambises olduğunu biliyoruz. Heyton’un kast ettiğinin de hanedanlık olmadığı başka milletlerce bilinen ve tanımlanan halk olduğu açıktır. İktidarın başka bir hanedanlığa dönüşmesi ve devletin hanedanlık adıyla resmileştirilmesi ile ‘millet/halk’ın bilinen ismini karıştırmamak en doğru tavır olacaktır.
6- Tevrat’ta Medlerle ilgili bölümler vardır. Tevrat’ta Josephus Medler ile ilişkilidir. (Tev. Madai) Japheth’in oğlu Madai Tevrat’ta bulunan bir kişiliktir. “Şimdi Grekler tarafından Media olarak anılan, Madeanlardan gelen Madai’den Japhet’in oğulları olan Javan ve Madai”şeklinde ifade edilmiştir.
7- Firdevsi Şehname’sinde Demirci Kawa adıyla bir destan anlatır. Halen tarihi kaynaklarda bu mitolojik öykünün Pers mitolojisi olduğuna dair yaygın bir kanı olmasıyla beraber hikayenin bir de Kürt versiyonu olduğu şeklinde yazılara rastlıyoruz. Oysa mitolojik öykü bir Kürt destanıdır. Pers ve Med’in (Kürt) Asur’a karşı ayaklanması ve zalim olarak bilinen Asur kralının yenilgiyle sonuçlanan öyküsüdür anlatılan.
Kürtlerin (İranik halklar) ateş ve ışığa atfettiği kutsallık ve demir gibi bir madenin ateşle dövülmesinden elde edilen güç, kuvvet, mitolojik öykünün anahtar sembolleridir. Buna göre Demirci Kawa gücü elinde bulunduran bir Pers-Med kralını sembolize etmektedir. Bu mitolojik destan, Pers, Med fark etmeksizin tüm Kürtlerin ortak tarihi mirası kabul edilir.
8- Günümüzde kendilerini Kürt olarak tanımlayan ve Kürdistan ismiyle ortak bir coğrafyada kümelenmiş Kurmanc, Soran, Goran ve Zazaların coğrafi bir bütünlük içerisinde kendilerini kök kavramla ifade etmeleri ve bu anlamda siyasallaşmaları merkez çeper ilişkisinin çeşitli parametreleri açısından değerlendirildiğinde anlam kazanır. Diğer taraftan bahsettiğim coğrafi bütünlük içerisinde olmayan başka çeper İranik halkların da kendilerini Kürt olarak tanımladığına tanık oluyoruz.
Kürdistan olarak tarif edilen coğrafyasıyla bir illiyeti bulunmayan Afganistan coğrafyasının asli ve nüfus olarak en büyük etnisiteye sahip halkı Peştular kendilerini kök kavram olarak Kürtlükle tanımlarlar. Bir vesileyle tanıştığım bir Peştun özetle bana şunları söylemişti, “Ben Kürdüm, Afganistan’ın dört şehri Kürt şehridir. Başkent Kabul (Kabil)bir Kürt şehridir”.
Aynı şekilde İran’ın güneydoğusu ile Afganistan ve Pakistan’da olmak üzere üç parçaya bölünmüş Beluciler Kürt olduklarını iddia ederler. Kurdgalname 1659/1660 yıllarında Axwend Mehemed Salih Zengene Beluc tarafından kaleme alınmıştır. Bu kitap aslen Kürt ırkından olan Belucilerin tarihini irdeliyor. Mir Nesirxan kitaba yazdığı önsözde “Kurdgalname, tarihçi Axwend Mehemed Salih Kurdi Zengene Beluc tarafından 1659 yılında yazılmıştır.” diyor. Yazar kitabın birinci bölümünde kendi aslını Kürt Zengene aşiretine bağlıyor. Zengeneler de Bud aşiretinin bir kabilesidir. Ayrıca yazar Braxoyi Kürtleriyle olan akrabalığını gündeme getiriyor. Yazar bu iki kabileyi Bud’un iki oğluna “Braxim” ve “Zengan”a bağlıyor. Bud’un kendisi ise Med Kral’ının yedinci oğluydu.
Bahsettiğim iki etnisitenin de Kürdistan coğrafyasıyla komşuluğu dahi yoktur.
9- Öte taraftan Baxtiyarilerin (Loriler) Kürdistan coğrafyasıyla bir komşuluğu mevcuttur. Loriler de halen kendilerini Kürt tanımlarlar.
15’inci yüzyıllarda yazılmış olan Arapça ve Farsça kaynaklarda açık bir biçimde ‘Lur Kürdleri’nden ve yaşadıkları ‘Lûrîstân’ coğrafyasından söz edilmektedir. Birkaç örneğe baktığımızda; El-Istahri’nin milâdî 919 yılında yazmış olduğu “el-Ekalim (İklimler)” kitabında ‘Lor-el-Lor’ adında bir kentin bulunduğu yazılmıştır. İbn Belhi (?-1118), “Farsname”sinde “Lorlar: Zübde it-Tevârih’te Loristan hakkında şöyle denilir: Orda bir köy var ki Kürdtür, Kürdler yaşar ve dilleri Kürdçedir. Bunlara Lor denilir”. İbn el-Esîr “el-Kamil fî l-tarîx”te, Huzistan bölgesindeki “el-ekrad el-lur/Lur Kürdleri”nden söz eder. Yakut El Hamavi, “Mu‘em el-Buldan”da açık bir biçimde İsfahan ve Huzistan arasında yaşayan ‘Lur’ları Kürd olarak belirtir. Mesudî de, “Muruc el-Zeheb”te Lurları Kürd olarak tanımlar.
10- Tüm bu merkez çeper diyalektiğinde dikkatimi çeken husus din ve/veya mezhep farklılığının oynadığı rolün oldukça belirleyici olduğu gerçeğidir.
Merkez, Pers hanedanlığı üzerinden bir Parsi millet yaratmış ve üzerine Şia milliyetçiliği sosuyla tarihsel süreç içerisinde kök kavramı unutturmayı başarmıştır. Çeperde kalan görece dağlı akraba halklar ise resmi ideolojinin kapsama alanına girmemiş ve kök kavramı olduğu gibi muhafaza edilmiştir. Diğer taraftan mezhep olarak da Şiiliğin etkisine girmemiş Peştu ve Beluclar İslam’ın Sünni yorumunu benimsemiş olmakla merkeze karşı bir direnç oluşturmuş ve kök ile aralarına mesafe koyacak yapılanmalardan uzak kalmışlardır. Şehirleşme, devletleşme gibi modern organizasyonlardan uzak kalma daima eskinin otantik formuyla varlığını devam ettirmesini sağlayan en önemli etkendir. Loriler ise kadim inanışları ehli hak sayesinde merkezin ideolojik yapısına eklemlenmemiş ve asimile olmamışlardır.
Bahsettiğim inanç temelli şekillenmenin ne kadar güçlü olduğunu görmek için bir kısım Dersimli Zaza Kürdü’nün kendilerini sadece Alevi tanımlamasıyla ifade ettikleri örneğinde görmek mümkündür. Benzer şekilde yine bir kısım Ezidi Kurmanc Kürd’ünün kendilerini sadece Ezidi olarak tanımladıkları ve etnisite vurgusundan bilhassa kaçındıkları sosyolojik bir vak’adır.
Açıktır ki İslam’ın İran coğrafyasında hakim olmaya başlamasıyla birlikte (Sasanilerin yıkılışı) katalizör etkisiyle farkılıklar keskinleşmiş ve tanımlamalar buna göre şekillenmeye başlamıştır.
11- Diğer önemli bir faktör ise Kürt/İran kültürel havzasında aristokrasiye atfedilen önemdir. Gerek makro anlamda bir hanedana veya aşirete olan bağlılık gerekse mikro anlamda soy bağına atıfla soylu ailelerin şeyh, bey sıfatlı aristokrat aile veya aşiret ismiyle kendilerini tanımlarken tebayı/halkı Kürt olarak tanımlamalarından kaynaklı bir duruma da işaret etmek meselenin özünü anlama açısından faydalı olacaktır. Günümüzde hâlâ bunun izlerini görmek mümkündür. Aristokrat bir ailenin tebayla aynılaşmamak için tanımlamalarında kendisine ayrıcalık izafe eden sıfatla tanımlarken, tebaya Kürt denmesi ile Pers hanedanının veya diğer hanedanlıkların kendilerini kök kavramdan azade görmeleri arasında hiçbir fark yoktur esasında.
12- Güncel bir örnekle devam edelim.Hırvat ve Rus tarihçiler, Hırvat halkının Kürt kökenli olduğunu iddia etmektedir. Moskova Lingivistik Üniversitesi Bölgesel Problemler Kürsüsü Başkanı Prof. Dr. Vadim Makarenko, “Günümüzde Hırvatlar ve Kürtler aynı halkın çocuklarıdır” dedi. Gen araştırmaları, Hırvatların  yüzde 83’ünün DNA olarak Kürdistan kökenli olduğunu ortaya koyuyor.
1998 yılında Hırvatistan’ın başkenti Zagreb’de “Hırvatların eski İran kökleri” başlıklı sempozyumda birçok akademisyen tarafından Hırvatların Slavlardan farklılığı ve İrani-Kürdi kökenleri üzerinde duruldu. Prof. Dr. Makarenko “her iki halkın dilinde ortak köklere sahip üç bin kadar kelime var” demiştir.
Hırvatların Kürt olması Zaza veya Kurmanc olduğu anlamına gelmez. Parslerin Dari kökleri itibariyle denklemi kurmak gerekirse Darilerin de Kürt olduğu gerçeğiyle karşı karşıya kalırız. Bu durumda, Hırvatların Oset, Peştun, Dari, Beluci, Mazenderani, Baxtiyari vs. etnisitelerinden hangisine mensup olduklarından ziyade antik dönemde coğrafyayı terk etmiş şahıs veya halkların kendilerini proto bir kavram olan Kürtlükle tanımlamalarıdır esas olan. Bu tıpkı Kafkasya’dan göç veya sürgün yoluyla Anadolu’ya gelmiş tüm Kafkas halklarının Çerkez olarak isimlendirilmesi veya yine Türkiye’de mukim Pomakların Slav olması gibi örneklerle açıklanabilir bir durumdur.
13- Kürt kavramının etimolojik ve tarihsel anlamlarıyla ilgili çeşitli teoriler vardır. Kürt ismiyle benzerlik gösteren “Kardaka” ismi, M.Ö. 2000 yılına tarihlenen Sümer tabletlerinde Kar-da-ka adlı bir ülke ismi olarak geçiyor. Akkad ve Asurcada Kardu’nun “güçlü, kahraman”, Karadu’nun ise “kuvvetli olmak” anlamına geldiği rivayet edilir.
Mehrdad Izady, “Bugün yaşadıkları ülkenin yerli halkı olan Kürtlerin tarihi hakkında bir ‘başlangıç’ yoktur. Kürtler ve tarihleri, binlerce yıllık kesintisiz içsel evrimin, ülkelerine dağınık biçimde gelen halkların ve düşüncelerinin asimile edilmesinin ürünüdür. Kürtler kültürel ve genetik olarak, tarih boyunca gelip Kürdistan’a yerleşmiş tek bir halkın değil, tüm halkların torunlarıdır. Hurri, Guti, Kurti, Kaldi, Mard, Zela, Karduçi ya da Ari Medleri, Sagartyanlar, Mitanniler ve Kasitler gibi halklar tek başlarına Kürtlerin atasını ve onların kültürünü değil, yalnızca topyekun bir atayı temsil ederler” şeklinde yazar.
Izady, Yunanlı general ve tarihçi Ksenophon’un (M.Ö. 400) Onbinlerin Dönüşü (Anabsis) adlı eserinde bahsettiği Kardko halkının, yerli halkların ve göçebe halkların tamamen kaynaşıp homojenleşmiş Kürt halkı olduğunu savunur.
Ksenophon’a göre Kardko halkı, Pers Ahameni İmparatorluğu’nun tam ortasında yaşamalarına rağmen “onların tamamen bağımsız olduklarını ve Pers krallarına biat etmediklerini” belirtir.
14- Coğrafyacı ve tarihçi Strabo M.Ö. 3.yy’de Tarihsel Göçler adlı kitabında şöyle yazar: “Persis (güneybatı İran) Kurtioileri ve Armenia (modern Türkiye’deki kuzey-orta Kürdistan) Mardları aynı ismi kullanmaktadırlar ve aynı karaktere sahiptirler.” Strabo’nun diğer anlatımlarından, klasik dönemin sonunda Kurd olarak adlandırılan Kürtlerin daha o zamanlar Anadolu, Ermenistan, Kuzey Suriye, Irak topraklarında, Batı ve Güneybatı İran’ın geniş bölgelerinde var olduklarını öğreniyoruz.
15- İslam ansiklopedisinde Kürtler ile ilgili maddede İran coğrafyasına Arap istilaları ile birlikte Ekrad (Kürtler) tabiri ile İrani ve İranlılaştırılmış kabileleri/halkları ifade ettiği, bu anlamda tüm İranik halklara Araplar tarafından Ekrad (Kürtler) denildiği yazılıdır.
16- Bu makale antropolojik bir kazı çalışması olmakla birlikte Kürt ve Kürdistan kavramlarının güncel politik eksende neye tekabül ettiğini belirtmeden de geçmeyelim.
Günümüz ulus devletleri arasında kendilerini kök kavramla isimlendiren devletler mevcuttur. Germany, German ırkından mülhem bir isimlendirmeye örnektir. Almanlar Germany yerine Bavyera devleti ismini seçseydi kim ne diyebilirdi? Veya Hollandalılar kendi ulus devletlerine pekala Germany ismini uygun görebilirlerdi. Keza Slovenya ve Slovakya Slav köklere birer göndermedir. Romanya ise Roman (Latin) köklerden mülhem modern bir ulus devlettir.
Bu anlamda bazı İranik (Kürdi) halkların modern bir ulus devlet inşa etme sürecinde isimlendirmeyi kök kavrama atıfla seçmeleri ve kullanıma sokmaları politik bir tercihtir. Hiçbir ulus devlet, etnik anlamda homojen değildir. Kurmancistan veya Barzanistan yerine Kürdistan kavramsallaştırmasının kapsayıcılığı ve Kürt kavramının ‘kök’e atıfla çatı kavram olmasına rağmen çeşitli mecralardaki kavram kargaşasıyla beraber çıkan gereksiz polemiklerin, tarihi veriler ışığında doğru yorumlandığında ne kadar anlamsız olduğu açığa çıkacaktır.
Kürt kavramı proto etnik bir kavram olarak tüm İranik halkları kapsayan çatı ve kök bir kavramdır. Tüm Kürtler Kurmanc değildir ama tüm Kurmanclar Kürttür. Başlıktaki soru Zazalar Kürt değildir, Loriler Kürt değildir, Ezidiler Kürt değildir gibi kasıtlı ve manipülatif önermelere ironik bir karşı sorudur. Yukarıdaki açıklamalar ışığında açıkça ifade etmek gerekir ki Parsileri kazıdığımızda bile altından Kürt çıkar.

27 Kasım 2018 Salı

Delê dewî'z vatê mi nikena.

Xal Xidir dewê Cilkoniraw.Tim virnê bon xwid sêr raharîd vindertîn. 
Yew şev di qij kuê(gerilla)yên yi het kê Hüsên Ağê (Hüs Êmêr) persên.
Xal Xidir qijûnra vûn:
Şima rahar ra raşt şîn vêr Comî.
Comîra pê çahar bunû şima imarên, bûn poncin êyê Hûsen agêyo.
Qij şîn bêr Hüsen agê.
Onêno di merdîm tifing yîn hê destid, Hüsen ağa tifingu vênen û tersen ,
vûn tamom tamom..
Vinîrîn ez bîyer teber..
Hûsen yên teber.
Ağa hîrî kilsû un, yew xwîr di kilsûn zî dûn qicun.
Tabaxê ciğarûn vecen, her yew yo ciğara zî dun ci.
Qij vun:
Ma eşnawit ti ağê ina dewê?
Hüsen ağa vûn:
Elhamdülillah ez aga wo.
Qij vun , ina dewid êra tepîya ci hadisê bib ti xeber dun ma?
Hüsên ağa onênu gurê zaf girûn.
Vun:
raşta wa  ez ağa wo,
la belê "delê" ina dewî'z vatê mi nikêna.
Yew mudera pê yew gerîlla hûkmat destra yen tepiştiş.
Nomê Hüsen agê dûn.
Fermandar cendirmon Çolig venden Hüsên agê'd.
Vûn de raşt vac,
Qij kuê omê kê tûe. binatê şimad çi vîyert, ti mara raşt vun?
Hüsên ağa tamom, binatê yo qijonid ci vîyert pîyorin raşt vûn.
Fermandar vûn:
Tuê pîyor raşt vat.
Tuê zûr bıkerdîn mi ti êştîn zere.
Tı îkê êşkên şîyêr kê xwê.
Hûs Êmêr warzen şin dewê xwe.

Irfan Kaya

22 Kasım 2018 Perşembe

Bayk tuê zaf Camerdib.


Rehmeta Galip Elçî Çoligra lac Emin Farîso..
Yew ruec şin Mendu ö
bön mevan rehmeta Hecî Kêkî kê Sêl..
Homa rehmê xwî xwîrdinîz bikir.
A ruec tereqnên.
Hêcî Kêkî vunu:
Galib efendî ,
bayk tuê Emîn efendî hem zaf zunayê hem'îz zaf comîyerdib.
Ya sêro yew lapat dêb wezîr Şubê Askeryê Çolîg'îr. 
Subay ters vera sot nikerdib.
Ew waxt kes niftên yew subayra veng bikir. Bayk tuê subay lapat kerdîb.
Lac Hêc Kêkî Seîd vun:
Bavo ,
Emin efendî hema yew lapat da wa subayîr ti hêdîse ehd kên pîl.
Qij kuê her ruec hê yew General Tirkûn kîşên , ti qey qijûn quêr nivon camerd?
Hêc Kêkî hêrs bên cirgên Seîd ser.
Galib efendi vûn:
Hêcî Kêkî Seîd raşt vun.
Qij kuê hîna camerd zê bayk mi..



10 Kasım 2018 Cumartesi

Kuzey kürdistanda Inanc ve Aidiyet Kimlikleri



Merkezi otoritenin  tek inanç kimliginde karar kılması sonucu yürütülen bu politikalar, Cumhuriyet tarihinin değişik dönemlerinde büyük pravakasyonlarla vuku bulmuştur... 15 Eylül ışıklı geceler operasyonlarının benzeri yakın tarihte defalarca  Kürt aleviler üzerinde denenmiştir.

1970 li yılların başından itibaren başta Maraş olmak üzere Malatya,Çorum ve Sivas'ta her pravakasyon sonrası ,onlarca hatta bazılarında yüzlerce kişinin ölümüne neden olmuştur. 

Bu pravakasyonlarla amaçlanan, kürt ve türk toplum kesimleri içindeki inanç faklılıklarını körükleyerek, Kürt alevileri inanç topluluğunun devlete daha sıkı bir şekilde bağlanması amacı güdülmüştür.
Maalesef! devlet bu farklılıklarımızı kaşıyarak her defasında bir taşla iki kuş vurmayı başarmıştır.

Bugün itibariyle, Türkiye metrepollerinde ve kürdistan'da alevi topluluğun yoğun yaşadığı yerellerde bu politikalar tutmuş, alevi topluluğun ezici bir coğunluğunu devletin safına çekmeyi başarmışlardır. Oysa bütün bu catışmaların tek mübessisi devlet olmasına rağmen , bu kesimdeki yaygın kanı, sünni topluluktaki alevi düşmanlığı olarak algılanmaktadır. Merkezi otoritenin propagandaları alevi topluluğu üzerinde çok etkili olmuştur.

Alevi topluluğunun büyük bir kesimi bu olaylardan sonra aidiyet kimliklerinden giderek uzaklaşmış, inanç kimliğinin arkasına gizlenmeyi korunma yolu olarak seçmişlerdir.

                                 AİDİYET KİMLİĞİ

Kürt toplumunda son dönemlerde yaşanan ikinci büyük ayrışmada, 30 yıldan bu yana özellikle son yıllarda doruğa çıkan zaza kurmanc ayrışımında yaşanmaktadır.

Bunun devlet patentli bir ayrışma politikası olduğuna kanaatim tamdır.

http://kayairfan12.blogspot.de/2013/07/gafrika-melezleri-ve-zazacilar.html  ve http://kayairfan12.blogspot.de/2013/07/zazakiyi-ayri-bir-dil-ve-etnisite.html

 Yukarıda linkini verdiğim yazılarım ise,  bu ayrışmanın mübessislerini ve beslendikleri kesimleri içermektedir.

Amaçlanan ise, 1970 sonrasında gelişen Kürt ulusal siyasetini parçalamak ve zayıf bıramak suretiyle, bu kesimi daha kolay kontrol altında tutmak, ve kürt ulusal mücadelesini dumura uğratmaktır. Düne kadar kürt'ten sayılan zazalar, birden ayrı bir millet olarak sahneye sürüldüler.
 Özellikle son dönemlerde devlet yöneticilerininde sıkça kullandıkları dilde, bu ayrışmayı derinleştiren niteliktedir.

Peki sormazlar mı ,bugüne kadar neredeydiniz?

Birkaç misyonerin Kürdistandaki izlenimlerinden yola çıkarak, zazakinin kurmanca diline benzemediğini , bu nedenle zazalar ayrı bir millettendirler savına mal bulmuş mağribi gibi sarılmış bulunmaktadırlar.

 Millet kavramınıda dil farklılığı üzerinden ilişkilendiriyorlar.
.
Oysa Türkler oğuz boyundan olduklarını söylerken aynı boydan olan birçok topluluğun konuştuğu dillerin türkçe ile hiçbir yakınlığı olmadığı gibi, bu toplulukların  her yıl düzenledikleri türk dil kurultaylarında, kullandıkları ortak dil ise Rusçadır. 
Çünkü hiçbir topluluk birbirini anlamamaktadır.
Bahsi geçen topluluklar türk olarak ad edilirken , zazalar  kürt değildir savı kurmanç dili örnek verilerek yapılmaktadır.
Sanki kürt dili sadece kurmancadan ibarettir.

Bu çevrelerin anlatımlarına göre üç bin yıllık tarihi geçmişi olan zazalar, eğer daha yeni kendi aidiyetlerinin farkına varmışlarsa ,  millet olma vasfını zaten kaybetmişlerdir.

Bu düşüncelerin, 1970 li yılların ortalarından sonra ortaya atılması hiçte tesadüf değildir.
Kürt ulusal bilinçlenmesinin hızla yükseldigi dönemlerdir.
Devletin bilinçli olarak ortaya attığı ve söylemlerinde sürekli olarak zazaları ayri gören anlayışı kısmen taban bulmuş, bu kesimin aidiyet haklarını sadece dil temelinde savunmaları, bunu işgalci devletten değilde, onları yok saydığı savını kurmanç aidiyeti üzerinden geliştirmeleri ve  sorumlu tutmaları, projenin nasıl işlediğinin ipuçlarını zaten ele veriyor.
Bu kesim kendilerini kürtlerden çok türklere daha yakın gören çevrelerdir.
Sömürgeci devleti görmeyen aynı mağduriyeti yaşayan kurmancları suçlu göstermeleri gösteriyor ki, bu çevreler belli merkezlerden yönetilmektedirler.

Başı çeken çevrelerin hiçbir dönemde kendi aidiyet haklarını yanı milletten doğma haklarını savunmadıklarını, yine sömürgeci devleti sorumlu görmediklerini, asıl sorumlu kesimin kendileri gibi mağdur kurmanç topluluğunu göstermeleri başlı başına bir çelişkidir.
Bir diğer çelişkide Kürt siyasi yelpazesinde yer alan parti ve örgütlerin programlarının, kürt toplum kesimlerinin tümünü kapsamayan , günümüz toplumunun ihtiyaçlarını karşılamayan,  somut gerçekliklerden uzak programlarıdır.

Yukarıdaki verilerin birkaçından yola çıkarak asıl meseleye gelemek istiyorum.

                                NASIL BİR KÜRDİSTAN?


Kürdistan, Kürdistanda yaşayan ve kendini Kürdistani gören herkesin ülkesidir.
Farklı inanç ve aidiyet kimliklerinin yanı sıra ,aynı aidiyeti taşıyan, kendini öteki gören, farklı kimliklerin bir arada özgürce yaşamalarını sağlayacak toplumsal bir sözleşme ile mümkündür...

Bütün bu kimliklerin bir arada eşit ve özgür bicimde yaşamaları için, nasıl bir Kürdistan sorusu bu bağlamda çokça önemlidir.

Hangi ulusalcı kürde sorarsanız sorunuz size mutlaka , bağımsız Kürdistan istiyorum diyecektir.
Çoğunluğun zihinlerindeki algı , sömürgesi oldukları  bağımsız ve sentralist modellerdir.
Bu modeller çağımızın ihtiyaçlarını karşılayan modeller hiç değildir. 
Bu model geniş toplum kesimlerininin hak ve özgürlüklerini kısıtlayan, tekçiliği esas alan ve asimilasyoncu politikalarla birçok kimliği içinde eritmeyi esas alır.
Oysa ben bütün renklerin içinde olacağı , her renkten çiçeklerin olduğu bir bahçe gibi bir ülkemizin olmasını istiyorum. Dikenli gülünden dikensiz çiçeğine kadar.
Hiçbir kimliğin bir diğer kimliğe üstünlük taslamasını asla kabul etmiyorum. Bundan kastım Inanc, dil ve aidiyet farklılıklarının tümünün eşitlik temelindeki temsiliyetidir.

Kürt siyasi parti ve örgütlerinin tümü bu doğrultuda  derhal programlarını yenilemeli, bütün bu farklılıkları içeren somut programlarla halklarımızın karşısına çıkmaları gerekir.

Kürt parti ve örgütleri dışında sivil toplum örgütlerininde , Kürdistan'ın ihtiyaçlarını karşılayabilecek uygun federal modeller üzerinde çalışmalara başlamaları elzemdir.
Örneğin: Alevi inancını taşıyan topluluk, şehirler, kasabalar ve istisna köyler dışında topluca belli bölgelerde yoğun olarak  yaşarlar. Birçok bölgede zaza ve kurmançlar içinde aynı durum sözkonusudur.

Kürdistan gerçekliğine en uygun model, federal yapı içindeki otonom bölgelerdir, bu bölgelerde yaşayan toplulukların kendi kendilerini yönetmeleri,  inanc, dil ve diğer kimliklerinden doğan hak ve özgürlüklerini sonuna kadar ve sınırsız bir şekilde yaşamalarıdır.
Örneğin : Zazaların nüfusça yoğun yaşadıkları Dersim,Bingöl ve Elazığ gibi yine kısmen Diyarbakır'da,Siverek'te ve başka yerellerde yaşayan zaza topluluğunun resmi dilinin zazaki olmak kaydıyla ,kurmanci'ninde ikinci resmi dil olması gerekir. Aynı durum kurmanç nufusun yoğun yaşadığı yerellerde kurmançlar lehine olması ve zazaki'ninde ikinci dil olması şart koşulmalı.


Inanç kimlikleri için böyle bir uygulama sözkonusu değildir. Her inanç kendi cemaati tarafından ihtiyaçları karşılanmak üzere özerk olmalı, ekonomik ve sosyal ihtiyaçları cemaatleri tarafından karşılanarak inançlarını sürdürmeleri en doğru olanıdır.
Bunun dışında Ezidi ve diğer gayri müslim halklar içinde aynı inanç ve aidiyet modeline uygun otonom bölgeler olmalıdır.

Kürdistan gibi çok renkli ve çok kimlikli bir ülkenin toplulukları kanımca ancak böyle özgür olabilirler. Birbirini ötekileyerek,yok sayarak,üstünlük taslayarak çelişkilerimizi derinleştiren zararlı tavır ve davranışları ötekilemektir.

Irfan KAYA

4 Kasım 2018 Pazar

Öcalandan Inciler.

Devlet bana hizmet imkânı versin, devletin akıllı bir eri gibi çalışacağım,
Kürtleri hizmetinize sokacağım,
Atatürk’e derin saygılar.
Kürtlere Atatürk’ü yeniden tanıtmalıyız,
Kendimi Türk'ten daha iyi Türk hissederim,
Ayrı devlet yaşamaz,
12 Mart, 12 Eylül önemli adımlardır,
Dünyadaki en büyük işleri taşeronlar yapar,
Milyonlarca insanı ilaç gibi kullanacağız,
Hizmetimin karşılığında rütbe istemiyorum,
PKK'yı Türkiye sevgisiyle donatalım,
Bizi hep Türkiye'ye karşı kullandılar.
Bütün Kürtleri Türkiye ile bütünleştireceğim,
Genelkurmay’ın çerçevesi bizim için yeterli,
Yapacaklarımız Kemalizm’e aykırı değildir,
Atatürk olsa bizi desteklerdi, sonuna kadar Türkçülük,
Hakkari'de Türkçe öğretelim,
Talabani ve Barzani kullanılan güçlerdir, Barzani ve Talabani’ye nefes aldırmayalım, Irak’ta bizimkileri hazırlayalım,
MHP bizimle iş yapsın,
Türk devletine zararım dokundu, on kat kazandıracağım,
İlk üyelik başvurum Ülkü Ocakları’nadır,
Ordu kişiliği benim için saygı duyulacak tek kişilik,
İçimizde sapık adamlar oluk oluk kan akıttılar,
Şehit yakınlarının ellerini öpeyim,
Bizi hep Türkiye'ye karşı kullandılar,
ABD'yi yedeğe düşürelim,
Bütün Kürtleri Türkiye ile bütünleştireceğim,
Misak-ı Millici olmak aktüel bir konudur,
Halk Barzani ve Talabani'den nefret ediyor,
Makam, rütbe istemiyorum, Gel şunu yap' deyin, bu benim için emirdir.
Devlet bana hizmet imkânı versin.
Devletin adamı olmak çok büyük olaydır. Mimar gibi bağlayacağım çok güzel bağlayacağım.
İradem elimden alınmadı, isteğimle yapıyorum!

20 Eylül 2018 Perşembe

Kimlerle müttefik olmaliyiz !

Neden sömürgecilerimiz kendi Kürdünü degilde bir baska parcanin Kürdünü seviyor?
Kim bize müttefik olabilir ?
Bunu gecmis tarihimizi iyi irdeleyerek saglikli bir sonuca varabiliriz..

Tabi niyet önemli..
Kürdistanin parcalari arasinda saglikli bir siyasi iliski olmadigi gibi her parcanin siyasi partileri bir diger parcanin siyasilerine ve partilerine karsi o parcanin sömürgecisi ile aralari acilmasin diye birbirlerine karsi düsmanca bir tavir icindedirler..
Örnegin:
Türkiyenin Güney Kürdistanla ticari iliskileri vardir, ve ayni zamanda Türkiye icin yeni bir pazar oldugu icin bir dönem kardesim diyerek sahte sevgi gösterilerinde bulunuyordu..Ta ki Kürtler DAIS le savasa tutusuncaya kadar.. Kürtler DAIS'i yenince sahte sevgileride sona erdi.. Oysa ayni Türkiye kendi Kürtlerinin sehirlerini kasabalarini yikip Kürdü katlediyor..
Türkiye Güney Kürtlerini gercekten seviyormuydu?
Hayir.
Türkiye ile siyasi ve ekonomik iliskiler yüzünden diger parcanin siyasi partileri bu durumdan hosnut degillerdi..Oysa De Facto durum unutuluyordu..Kürtleri disariya acilabilecek tek kapisi kuzeydeki Türkiye üzerinden saglaniylordu.Bu zorunlu iliskiyi diger parcalarin kürtleri anlayamadilar..Tabi Türkiye ile iliskinin dozuda önemliydi..Güneyliler kendi ellerini Türkiyeye verirken neredeyse kollarindan olacaklardi..Iliskinin saglikli oldugu söylenemezdi.
Oysa gecmiste ayni Türkiye  Güney bizim Kirmizi cizgimizdir diyordu...Ta ki Güneyliler "De Facto" duruma kavusuncaya kadar..
Ne zaman ki "De Facto" durum nedeniyle dünya tarafindan tanininca kirmizi cizgi diye birsey ortada kalmadi. Türkiye artik Güney Kürdistana aciktan müdahale edemezdi cünkü Güneyin arkasinda bati dünyasi duruyordu.. Ta ki bati ile iliskiler asinincaya kadar..Bu durumda Güneylilerin icine düstükleri rehavetten kaynaklaniyordu..Güney Kürtleri Türkiyenin yalanlarina iyice kanmis kendilerini seviliyorlar sandilar. Bizi seviyorsun iyide kendi parcandaki kardeslerimizide eziyorsun diyemiyordular..

Irana gelince, hem Kuzey Kürdünü hemde Süleymaniye Kürdünü seviyor..Kendi Kürtlerinide vinclerle asiyor sokaklarda dolastiriyor..Diger parcanin Kürtleri onlarla isbirligi yaparken sen niye ülkendeki kardesimi asiyorsun diyemiyor hatta Irana karsi savasmak yanlistir baskalarina hizmet etmektir diyebilecek kadar alcalabiliyorlar...Cünkü onlarla isbirligi yaparak sirf kendi parti cikarlarini düsünüyorlar..Bu kirli iliski agi Güney parcasinda halen devam ediyor.Kerkük,Xaneqin;Tuzhurmatu ve bircok kasabaya Iran milislerini cekerek isgal bile ettirdiller..Iran fiili olarak Güneyin bir gölümünü istedigi gibi yönetebiliyor.Isbirligi yaptigi Kürtler disinda kalan Kürtlerin en azili düsmani konumundadir.

Suriyede Kuzey kürdünü seviyor kendi Kürtlerine ise kimlik dahi vermiyor..Birileri kalkiyor ESAD kardesimizdir Kürt dostudur diyor..Ya Kürt dostu ise niye Kürtlere kimliklerini iade etmiyor?
Nitekim savasta Suriye devletinin kontrol edemedigi topraklari bile rejim adina bu isbirlikci Kürtlerin kontrolünde olup, rejim yesil isik yaktigi anda bu birlesme aninda Suriyeye iltihakla gerceklesecektir.


Irak ise yine Kuzey ve  Iran Kürtlerini kendi parcalarinda muhalif gördügü icin seviyordu. Kendi Kürtleri ilede onyillarca savasti Kürdistana kimyasal bile atti..Enfalde soykirima gitti..
Eger kuzey Kürtlerini sevseydi,kuzeyde Türk devletinin ve dogusundaki Iran devletinin Kürtlere uyguladigi zalimane vahsete dur derdi.

Bunlar kimden cesaret aliyorlar?
Kendimizden yani bizim isbirlikci kürtlerden ..
Birde Kürtlerin bibirlerini sevmemesinden, bu celiskilerden alabildigine yararlaniyorlar.
Maalesef Kürtler kendi partilerinin cikarlarini halkinin cikarlarindan daha fazla önemsiyorlar ve bu yüzdende birbirlerine karsi kayitsizdirlar.

Biz Kürtlerin en büyük handikapi dost ve düsman gücler kimlerdir bunu bir türlü ögrenemedik..Düsmanimiza dost dostlarimizi ise düsman gördük..Gercek dost olabilecek gücleri düsmanlarimizla olan celiskilerinden dolayi hep es gectik düsmanlamizin yaninda saf tuttuk..Bu karmasik durum hala en derin haliyle devam etmektedir.

Kürtler müttefiklerini kendi sömürgeci gücleriyle asla yapmamalidirlar. Kürtlere müttefik olabilecek yegane güc Küresel gücler ve onlarin ordusu NATO dur..

Birileri elinize hafif silahlar verip size savasin diyorsa, bilin ki en büyük düsmaniniz odur..Eger size tank,top ve yüksek atesli silahlar veriyorsa o dosttur..Tipki DAIS'i yenerken verdikleri agir silahlar gibi..Yani düsmanla esit silahlara sahip olacaksin ki ona karsi savas yürütebilesin..Bunu senden esirgemeyen sana verebilen gücler dostturlar.
Kuzeyde Kelasinkofla verilen savasi gördük..Bir köy bile kurtaramadilar.40 yil savastilar sonunda gidip düsmana boyun egdiler.

3 Eylül 2018 Pazartesi

Canbulat ailesi ve kayip Kürtler.

Mam Celal anılarında 1963 yılında Cezayir’de toplanan sol ve sosyalist çevrelerinin toplantısına KDP adına katılıyor ve Kürd meselesi üzerine bir konuşma yapıyor. Bu arada Kemal Canpolat Mam Celal’ın yanına gelerek tebrik ediyor ve kendine “Celal biliyormusun biz de aslen Kürdüz” diyor. Mam Celal’da ona cevaben: “Evet Canpolat ailesi Kürd tarihinde meşhurdur” diyor.
Bu arada yine aynı toplantıda Yemen delegasyonu başkanı siyah bir şahsiyet Mam Celal’a gelerek “Ustad biz de aslen Kürdüz. Büyük dedem Gazi olarak Yemen’e gidiyor ve kalıyor” diyor. Bu arada Arap solculardan biri olan Hayreddin Hesib Mam Celal’ın koluna giriyor ve “hem Yemenli ve hem de Kürd “ diye takılmaya başlıyor. Bu arada bazı Araplar Sudan Kürdlerinden söz ediyorlar.. Mam Celal inanmıyor ve kendisine takıldıklarına inanıyor.. Son 20 yada 30 yıldır, farklı ülkelerde yaşayan Kürdler hakkında bilgi sahibi olmaya başladık.. Sosyalist İnternasyonal’ın Kongresi olmasaydı ve Benazir Buto Kürdlere gidip “benim annem Kürdtür” dememiş olsaydı kim bilebilirdi..

Yani anlayacağın “BEŞİR MUŞİR KÜRDLERİ” çok.

Kemal Fuad da eğitim amacıyla 1950’lerde Bağdat’a gidiyor ve orada Beşir Müşir’I tanıyor. Kemal Fuad ömrü boyunca Beşirist olarak kaldı.Prof Dr. Kemal Fuad Kürdistan Parlamentosu Başkanı olduğu zaman Kürdistan Parlamntosunda tartışmaların sertleştiği dönemler, Kemal Fuad Beşir Müşirden alıntılara yaparak ortalığı yumuşatığını biliyoruz.Dr. Kemal Fuad Beşir Müşir ile ilgili bir dizi anılar var.Bunlardan biri Dr. Kemal Fuad Almanya’dan Bağdat’a gidiyor. Yine her zaman Beşir Müşir’in dükanında toplanıyorlar.Dr. Kemal Fuad Beşir Müşir’e : “Ustad biz yurtdışında Kürdlerin sayası konusunda ciddi problemler yaşıyoruz. Biz 30 milyon diyoruz, fakat içini dolduramıyoruz” diyor.Beşir Müşir : “ 30 milyon değil, 25 milyondur” diyor.Dr. Kemal: “Nasıl?” diye soruyor.Beşir Müşir: “Türklerin işgali altında bulunan Kürdistan’da 10 milyon Kürd var. Irak’ın işgalı altında bulunan Kürdistan’da 3,5 milyon Kürd var. İran’ın işgalı altındaki Kürdistan’da 7 milyon Kürd var. Suriye, Lübnan ve Rusya’da bir buçuk milyon Kürd var”.. diyor.Dr. Kemal Fuad: “Nasıl oluyor? Irak’ın toplam nufüsü 7 milyondur” diyor.Beşir Müşir: “Dicle karşı yakasına git, oradaki Bağdatların hepsi Kürdtür. Oradan itibaren Bağdatlıların hepsi Kürdtür ve Kürdistanlıdır” diyor.Dr. Kemal Fuad: “ bu saydıkların hepsi 22 milyon yapıyor. 3 milyon nerede?” diye soruyor.Beşir Müşir: “ Winda bûn/kayıp oldular” diyor.Dr. Kemal Fuad yurtdışında oldukları zaman Kürdistan’ın farklı parçalarında eğitim amaçlı gelen öğrenciler vardı, diyor Fakat, Türk, Arap ve Fars olarak biliniyorlardı. Bunlardan bazıları ara sıra bize gelerek Kürd olduklarını söylüyorlardı... Biz de kendi aramız da onlara “Beşir Müşir’in Kürdleri” diye espiri yapıyorduk diyor. 

Silav û rêz

Aso Zagrosi

1 Eylül 2018 Cumartesi

Fikretin Cocuklari

Huzursuz bir geceden sonra erkenden uyandım. Bazen ilkbahara bazen yaza benzeyen "modern" kış günlerinin aksine, benim çocukluğumdakine benzer eski usul bir kış sabahı vardı.
Kül rengi bir gökyüzü, bacalardan tüten kurşuni dumanlar, biraz sonra dinmek üzere fısıltıyla yağan solgun bir yağmur.

Bir sigara yakıp pencereden baktım.

Beyaz bir minibüs durdu kapının önünde.

Elinde ağır çantasıyla küçük bir oğlan çocuğu, pencereleri buharlanmış arabaya binerek diğer öğrencilerin arasına oturdu.

Kapı kapandı, araba hareket etti.

Okula gidiyorlar.

Sabahları erkenden kalkmaktan nefret ederdim çocukken.

Okuldan da hoşlanmazdım.

Diş macunu, badana ve ıslak palto kokusunu hatırlıyorum.

Uzun ve yabancı koridorları da.

İlk derste hep birlikte ayağa kalkar ve sıkıcı bir ayini bir an önce bitirmek için aldırmaz bir sesle bağırırdık.

"Türk’üm, doğruyum, çalışkanım."

Doğru değildik.

Çalışkan da değildik.

Birçok yalan öğrettiler bize.

Türk’ten daha güçlü, daha kahraman, daha dürüst, daha akıllı kimse yoktu.

Buna inandık.

Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkıp yerine Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuştuk, Atatürk her konuyu herkesten daha iyi bilen büyük önderimizdi, Abdülhamid korkunç bir diktatör, Vahdettin alçak bir haindi.

Birinci Dünya Savaşı’nda bütün dünya bize karşı birleşmiş ve imparatorluğumuzu yıkmıştı.

Hem Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkıp yerine Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmakla övünüyor, hem de Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkan "yabancılara" kızıyorduk.

Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkmak iyi bir şey miydi kötü bir şey miydi, bunu hiç anlayamadım.

Bizim imparatorluğa kimse saldırmamıştı, Alman zırhlılarıyla Rusya sahillerini bombalayıp savaşa giren bizdik.

Ama bizi yenen "kalleş düşmana" da çok öfkeliydik.

Onlara niye bu kadar kızdığımızı da pek kavrayamadım.

Bize yenilmedikleri için mi "kalleş" buluyorduk onları, Almanlarla işbirliği yaparak savaşa girdiğimizde bunu "şakacı bir jest" olarak değerlendirmedikleri için mi?

Saldıran bizdik, yenilen bizdik.

Suçlu "onlardı."

Biz ne yaparsak yapalım "suçlu" hep başkası olacaktı, bize öğretilen buydu.

Herhangi bir tartışmanın, herhangi bir çatışmanın bir yanında Türk varsa, haklı olan mutlaka Türk olandı.

Osmanlı’nın başka ülkelerin topraklarını işgal etmesi övünülmesi gereken bir şeydi.

Başka ülkelerin Osmanlı’nın topraklarını işgal etmesi ise alçaklıktı.

Biz emperyalistlere karşı "Kurtuluş Savaşı" yaptığımızda bu kutsaldı.

Yunanlılar Osmanlı’ya karşı bağımsızlık savaşına girdiğinde bu kahpelikti.

Bağımsızlık savaşı iyi bir şey miydi kötü bir şey miydi?

Biz yaptığımızda iyiydi, bize karşı yapıldığında kötüydü.

Peki, biz kimdik?

Yıkmakla övündüğümüz Osmanlı "biz" miydi?

Osmanlı "biz"sek, onu yıkıp Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kimdi?

Osmanlı’yı yıkan Türkiye Cumhuriyeti "biz"sek, o zaman Osmanlı kimdi?

"Kızıl Sultan" Abdülhamid’den ve "hain" Vahdettin’den nefret ediyorduk ama kendi öz oğlunu gözünün önünde boğduran Kanuni’ye hayrandık.

Kanuni’nin başkalarının topraklarını nasıl istila ettiğini sevinerek öğreniyor ama bu savaşlar sonucunda Osmanlı maliyesinin batma noktasına geldiğini hiç bilmiyorduk.

Büyük bir ihtimalle bizim öğretmenler de bilmiyordu.

Kalkıp bağırıyorduk sadece.

"Türk’üm doğruyum, çalışkanım."

Bilmemiz gereken buydu.

Rus ordularının Yeşilköy’e nasıl geldiğini, o büyük yenilginin nedenlerini, iktisadi ve askeri tahlillerini hiç okumadık.

Yenilgiler kısa, zaferler uzun anlatılırdı.

Balkan Savaşları çabuk geçilen konulardandı.

İttihatçılar meselesine de fazla girilmezdi.

Sarıkamış faciasının içyüzünü, Ermeni kıyımını okulda öğrenmiş bir tek Türk çocuğu yoktu.

Hálá da yok sanırım.

"Biz" kötü ve yanlış bir şey yapmazdık.

Bir tek Abdülhamid’le Vahdettin kötü şeyler yapmıştı.

Onlar çok kötüydü.

Birinci Abdülhamid’le, Birinci Mahmud’la, İkinci Süleyman’la bir sorunumuz yoktu.

Otuz üç padişahtan niye sadece ikisinden nefret ettiğimizi sormak hiç kimsenin aklına gelmezdi.

"Türk’tük, doğruyduk, çalışkandık."

Bütün dünyanın düşmanlık ettiği, böldüğü, parçaladığı "fakir ve gururlu" bir millettik.

Başka ülkelerin neden "gurursuz ve zengin" olduğunu anlatan bir öğretmene rastlamadım.

Girdiğimiz savaşlarda harcadığımız parayla fakirliğimiz arasında bir ilişki olup olmadığını sorgulayan bir öğretmen de görmedim.

Farklı bir fikri olan bir öğretmenin sınıfında da bulunmadım.

Okullar "farklılıktan" hoşlanan yerler değildi.

Zaten farklı bir fikre de ihtiyacımız yoktu.

Türk’tük, doğruyduk, çalışkandık, akıllıydık, kahramandık.

Diğerleri de bize düşman alçaklardı.

Hayatın özeti de buydu.

"Türk olmasa tarihe yazacak ne vardı."

Bizi böyle yetiştirdiler.

Sırf Türk olduğumuz için iyiydik, güçlüydük, dürüsttük, ayrıca başka bir şey yapmamıza hiç gerek yoktu, Türk’tük ya, daha ne yapacaktık.

Üstelik de hep haklıydık.

Birbirine benzeyen iki ayrı meselede birbirinin zıddı iki ayrı davranışı benimser, ikisinde de haklı olduğumuza samimiyetle inanırdık.

Bu inancı paylaşmayanı da "düşman" olarak görürdük.

Bize öğretilen hep buydu.

Tarihten, kahramanlıklardan, padişahlardan, savaşlardan, cesaretten bahsederlerdi ama Nazım Hikmet’ten bahsetmezlerdi.

Cesur Türk milletinin Nazım’dan bahsedecek kadar cesur bir tek öğretmenine rastlamadım okul hayatım boyunca.

Dünyayı "vatanı", bütün insanlığı "milleti" olarak gören Tevfik Fikret’in şiirinde ne dediğini de uzun uzadıya anlatmazlardı.

İnsanlık aleminin bugün daha yeni yeni varmaya başladığı "küreselleşme" fikrini yüz yıl önce unutulmaz bir şiirle yazmış olan şairimizin bu öngörüsü övünme nedenlerimizden biri değildi nedense.

Türklerin dışındaki insanları sevmesindendi belki bu ilgisizliğimiz.

Belki de İttihatçıların yolsuzluklarına cesaretle karşı çıkacak kadar yiğit olmasındandı.

Fikret’in lanetlendiğini, Nazım’ın hapse atıldığını, Sabahattin Ali’nin öldürüldüğünü ben okulda hiç duymadım.

Türk’tük, doğruyduk, çalışkandık ve yazı yazan bazı Türkleri lanetliyor, hapse atıyor, öldürüyorduk.

Bir sigara daha yakıp, içinde uykulu çocuklarla giden beyaz minibüse baktım.

Onlara neler öğretiyorlardı?

Tarihle ilgili ne bileceklerdi?

İnsanlığın Türklerden ibaret olmadığını söyleyecek bir öğretmenleri olacak mıydı?

Kimin çocukları olacaklardı onlar?

İnsanlığı milleti olarak gören Fikret’in mi yoksa yazarları vurduran, insanları öldüren, yolsuzluklara bulaşan İttihatçıların mı?

Birbirine benzemeyen bu iki Türk’ten hangisi bu çocuklara örnek olarak gösterilecekti?

Her akşam televizyonlarda rastladığım, "ben Türk oğlu Türk’üm," diye bağıran, silaha el basan, cinayetleri benimseyen, hayata düşman tuhaf insanların "Türk" olduğuna inanacaklar mıydı?

Türk dendiğinde, anadilini bile doğru düzgün konuşamayan, bir tek roman okumamış, bir şiirin tadına varmamış, kendi edebiyatına da kendi diline de yabancı bu insanları mı hatırlayacaklardı?

"Ben Türk’üm" diye bağıran bu insanlar Türklüğü temsil edebilirler miydi gerçekten?

Bu muydu Türklük?

"Bir şey olamayanların olduğu bir şey" miydi?

Türklük, vahşilik, barbarlık, saldırganlık, yeteneksizlik, edepsizlik, edebiyatsızlık mıydı?

Bugün karşılaşsalar Tevfik Fikret’e de "hain" diye saldıracak olan bu insanlar mıydı "Türklük örneği" olarak çocuklara gösterilecekler?

Bu kül rengi gökyüzünün altında bir arabada okula giden çocuklar, bunlardan biri olmak için mi gidiyordu?

Yoksa onlar Şeyh Galip’in Yahya Kemal’in, Necip Fazıl’ın, Nazım’ın, Peyami Sefa’nın, Halit Ziya’nın, Tanpınar’ın tadına varmayı öğrenen, onlarla övünen birileri mi olacaktı?

İçim umutsuzlukla sızladı.

"Bu çocuklara da şiir öğretmeyecekler" diye düşündüm.

Onlara Türkçe’nin güzelliğini anlatmayacaklar.

Hiçbir öğretmenleri onlara, "Türkçe’yi sevmeden Türklüğü sevemezsiniz" demeyecek.

Kalkıp bağıracaklar sadece.

"Türk’üm, doğruyum, çalışkanım."

Yalanlar öğretecekler.

Gerçekleri söylemeyecekler.

Yunus Emre’den, Karacaoğlan’dan, Nedim’den bize kalan o ışıklı mirasın tadına varmayacaklar, Itri’nin müziğini dinlemeyecekler, Sinan’ın camilerini dolaşmayacaklar.

Sırf Türk oldukları için mükemmel ve her zaman haklı olduklarına inanacaklar.

İnsanlığın onların "milleti" olduğunu belki de hiç duymayacaklar.

Bütün insanlığı "yabancı" görürken dünyanın "yabancıları" mı olacak bu küçük çocuklar?

"Türk olmak insan olmaktır oğlum" diyecek bir öğretmenleri çıkmayacak mı?

Gökyüzüne baktım.

Kül rengi bulutların arasında erguvani bir parıltı görülüyordu.

Teneffüslerinde Itri’nin çaldığı, öğretmenlerin öğrencilerle şakalaştığı, gerçeklerin anlatıldığı, değişik yazarları seven çocukların edebiyat tartıştıkları bir okul hayal ettim.

Türkçe’yi, edebiyatı, neşeyi, insanlığı seven çocuklar.

Fikret’in çocukları.

"Toprak vatanım, nev-i beşer milletim. İnsan

İnsan olur ancak buna iz’anla inandım," diyen çocuklar.

Türk çocukları.

Bir hayalle gülümsedim.

Ahmet ALTAN