Çırê Musyon

4 Şubat 2017 Cumartesi

“TÜRKLEŞTİRME” BİTMEK ZORUNDA..



 BAHOZ SAVATA

Türkiye Cumhuriyeti Devletinin oluşumunda devleti temel politikası olan “ulusçuluk veya Türkleştirme” şeklindeki “ülkede tek millet yaratma” projesi tesadüfen oluşmamıştır. 

Türkçülük düsturu (Kanun, kaide) önce Osmanlı Döneminde “Osmanlıcılık” sonrası özellikle Aptülhamit devrinde devlet katında sorgulanmış ve devletin bekası için politik üst akıl olarak uygulama safhasına geçilmişti. Osmanlı da ilk Türkçü aydınların çoğu 1870 sonrası Rusya`da doğan Pan-Slavcılık akımının yayılmacı milliyetçiliğinden etkilenen Osmanlı topraklarına uzak çevrelerdeki Kırım Tatarı, Azeri, Kazan Türk Müslüman aydınlarıydı. Osmanlı döneminde İslamcılık ile Türkçülük arasında bocalayan aydınlar bu dönem iç içeydiler. 
Bu aydınlar sonuçta Türkçülüğün ilk misalleri oldular. Zamane “ulus teorisinin” öncü teorisyenlerinden Fransız Ernest Renan’ın da öğrencisi olan ünlü modern İslamist aydın Cemalettin Afgani (“Afgani“ soy ismine rağmen aslen Hemadan’lı Kürt bir seyit ailedendir.), 1892 sonrası Padişah II. Abdülhamit’in gözde danışmanlarından biriydi. Padişah ile sohbetlerinin birinde Padişah II. Abdülhamit ona; “yaşanan zamanda Osmanlı topraklarının nasıl korunacağı” üzerine soru sorar. Cemalettin Afgani, padişaha bu konuda düşüncelerini sunar. Padişah II. Abdülhamit’in hatıratındaki aktarıma göre C. Afgani ona şunları anlatmıştır: “Ülkenin bütünlüğü korumanın yolunun zamane prensipleri ile olacağını, bu nedenle devletin önce kendi tebaasında İslam olanla diğer dinlerden olanlar arasında bir hudut çizmesi gerektiğini, sonra Türkleşmeye müsait olan İslam unsurlara Türkçe lisanının öğretilmesini gerektiğini” belirtir. Çünkü der; “Din inaklara dayalıdır. Farklı dini kimlikleri olan grupların Allahın emirlerine karşı gelemeyeceğini dikkate almak gerekir. Bu insanları dini kimliklerinden ancak zor ile vaaz geçebileceğini, bu nedenle ile bu sıkıntıları yaşamadan, onlardan bir şekilde kurtulmanın elzem olduğunu” özellikle belirtir. İkinci olarak, geriye kalan farklı etnik unsurlardan olan İslam toplulukların ise; “onlara Türkçe dili öğretilerek, birlik içinde kalmalarının sağlanacağını, çünkü dilin sonradan öğrenilmesinde dinen ve aklen hiç bir engelin olmadığını” ileri sürer. Cemalettin Afgani’nin Türk olmayan unsurları Türkçülüğe devşirmedeki bu fikri, Padişah II. Abdülhamit’in aklına çok yatmıştır. Bu fikir birliğini, Padişah II. Abdülhamit’in yine kendi hatıratında konuya dair yazdıklarında ve onun politik alanlardaki uygulamalarında görürüz. 

Padişah II. Aptülhamit uygulamalarda artık sonradan İstanbul’daki “Türk Ocağı ve Türk Yurdunu” kuran çoğu Rusya Türkü ilk Türkçü aydınlar ile içli dışlı olmuş bu konularda kendini geliştirmiştir. Hatta ilk Türkçü aydınlara yardım etmiştir. Nitekim Osmanlı topraklarında ilk Türkçe lisanlı asimilasyon mektepleri ve devlet kurumlarında Türkçe dili zorunluluğu, yerel isimlerin Türkçeleştirilmesi Padişah II. Abdülhamit’in döneminde başlamıştır. Aslında bu düşünsel Türkçülük oluşumun arkasında Balkanlarda gelişen milliyetçiliklerin ve farklı etnik unsurların son iki yüz yıl içinde Osmanlı İmparatorluğundan kopuşunun büyük bir tarihi birikimi vardır. Biraz bu tarihten notlar sunarsak konu anlaşılması bakımından zihinlerde daha da pekişir.18. yüzyılda başlayıp 1. Dünya Harbi’ne kadar devam ede gelen Osmanlı-Balkan Milletleri ve Osmanlı-Rus (Ermeni+Kafkas) savaşlarını bölge unsurları özellikle Müslüman ve Hıristiyan çatışması olarak algılar. Diğer yandan oluşan iç ve dış harpler, Osmanlı Devletinin toprak kayıpları ile son bulmuştur. Kaybedilen topraklarda yaşayan farklı dini kimlikli toplulukların göçleri eski merkez devlet; yani Osmanlı Devleti topraklarına olmuştur. 1771 yılında Küçük Kaynarca Antlaşması sonrası ilk Kırım kaybedilir, Kırım’da yaşanan nüfusun Osmanlı yanlısı olan Tatar “Türk” Müslüman kesimi Rusların silahlı saldırısı nedeniyle topraklarını bırakarak, Osmanlı yönetimi altındaki bölgelere göç etmek durumunda kalır.  Bu olay Osmanlı İmparatorluğu’nun karşılaştığı ilk dış göç olgusudur.  1788-1792 Osmanlı - Rus - Avusturya Savaşları süresince ve sonrasında da, Osmanlı topraklarına Kırım, Kazan, Kafkasya ve Özi bölgelerinden kitleler halinde Müslümanların göçleri başlamış ve göç edenlerin sayısı dört yüz bin kişiye ulaşmıştır. 

 Balkanlarda “Ayan İsyanları” sonrası ilk milli hareket Sırpların (1804) Osmanlıdan kopuşu ile başlamıştır. Bu kopuşu Yunanlıların (1821 de ki) ayrılışı takip etmiştir. Bu bölgelerde yaşayan Müslüman nüfus yer değiştirmiştir. Fakat göçerler, Osmanlı denetimindeki Balkan topraklarında kalmışlardır. Müslüman coğrafyada ise ilk 1807 deki “İbni Suud Hareketi” Arap coğrafyasında milli uyanışa neden olmuştu. Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa 1820’de kendi devletini kurmuştur. Onun oğlu İbrahim Paşa’nın Nizip’te Osmanlı ordusunu yenmesi sonucu aynı dönem Mısır’ın başarısından ilham alan Kürdistan’da “Özerk Kürt Botan Hükümeti Beyi Bedirxan Paşa Ayaklanması” gelişmiştir. Fakat buralarda göçler oluşmadı. Tersine Bedirxan ailesi ve kabilesi Edirne-Keşan bölgesinde üç köye iskân edildi. Çünkü mevcut siyasal yapılar Müslüman’dı. Fakat milli kimlik kalkışmaları, ilk defa Türk olmayan Müslüman unsurlara da sirayet etmişti. Kafkasya bölgesinde 1854-1864 yıllarında Rus-Osmanlı Savaşları Müslüman Çerkezlerin büyük göçlerine neden olur. Bu olay sonunda bir milyonun üzerinde bir nüfus Osmanlı topraklarına yerleşir. Fakat tarihin gördüğü büyük bir soykırımı 19. yüzyılda ilk defa Müslüman Çerkez halkı yaşar. Bu durum tüm Müslümanların tepkisine neden olur. Osmanlı tebaası Hıristiyan unsurlara karşı dini karşıtlık yükselir. 1905 - 1908 Rus Devrimi’nden sonra ise Kafkasya, Kazan ve Azerbaycan’dan Müslüman göçleri başlamış, gelenler batıda Amasya ve Tokat illerine yerleştirilmişti. 

1912 - 1913 Balkan Savaşı sırasında yaklaşık 120.556 göçmenin Anadolu’ya geldiği tahmin edilmektedir.  Birinci Dünya Savaşına kadar Kafkasya’dan, Balkanlardan ve Ege adalarından Anadolu’ya gelen göçmenlerin sayısı bir milyonun üstündedir. 1920 yılındaki Sovyet Sosyalist Devriminden sonra ortadan kaldırılan Kafkas Cumhuriyeti’nden, Gürcistan’dan ve Ermenistan’dan 400 bine yakın Müslüman Kürt ve Türk Anadolu’ya göç ederek, batıda Manisa, İzmir, Fırat ve Dicle hattında Muş, Kars, Van ve Diyarbakır gibi genelde İç Anadolu illerine yerleştirilmişlerdi. Bu göç sırasında göçerlerin 100 bine yakını yollarda hastalık ve açlıktan telef olmuşlardı. Bölgede artan bir din düşmanlığı gelişmiş, aynı dönemde 1915 yılında Osmanlı topraklarında Ermenilerin iskânı ve kırımı başlamıştır. Cumhuriyet dönemine geçiş dönemine rastlayan en yoğun göç hareketi 1923 yılında imzalanan Lozan Anlaşması ek hükümleri uyarınca Yunanistan ile gerçekleştirilen Müslüman-Hıristiyan (Yunan) halkları “Mübadele Antlaşması” ile yapılan mübadil değişimidir.  Bu değişim sonucu mübadele ile 1.200.000 Ortodoks Hıristiyan Rum Anadolu’dan Yunanistan'a, 500.000 Müslüman da Yunanistan'dan Türkiye'ye göç etmek zorunda kalmıştır. Mübadele kapsamına giren kişiler ile mübadele kapsamına girmeyen kişiler arasındaki ayrımın ana kıstası ırk ya da dil değil, din olarak belirlenmiştir. Bu nedenle Rum denilenlerin arasında, Türk Ortodoks Hıristiyan Gagavuzlar ve Karamanlı Ortodokslar, Yunanistan'dan gelen Müslümanların arasında da Türklerin yanında Drama, Kavala, Karacaova ve Kesriye'den gelen Bulgarca ve Makedonca konuşan Pomaklar, Rumence konuşan Ulahlar, Yunanca  (Romeika) konuşan Patriyotlar  ve kendi dilleriyle Arnavutça konuşanlar vardır.

Osmanlı Devletinden siyasal olarak Türkiye Devletine dönüşülürken aslında küçülen bir coğrafyada hemen hemen nüfusun yarısına yakın mülteci bir nüfus ile karşı karşıya kalınmıştır. Osmanlı Devleti “Pan–İslamist”, “Osmanlıcılık” ardından “Turancılık” siyasetleri ile toprak savunusu yaparak, “ulusçu/Türkçü” bir kimliğe dönüşen politik evrimi tedricen yaşamıştır. İslami düşmanlıklar ve Osmanlı karşıtlığı ile başlayan kopuş ve dağılmalarda Anadolu’ya gelen göçerler ekseri Rusya’da, Balkanlarda ve Kafkaslarda gelişen milliyetçiliklerden de etkilenmişlerdi. Bu bölge aydınları kendilerini Türkçülük ile buluşturan milliyetçi bir algı atmosferine sokmuştular. Nitekim bu aydınlar Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin oluşumunda M. Kemal Atatürk’ün yanında Türkçülüğün ana düşün kadroları olurlar. Kırımlı İsmail Gaspıralı, Azeri Hüseyin Zade Ali Turan, Tatar Yusuf Akçura, Azeri Ahmet Ağaoğlu, Kazanlı Sadri Maksudi (Arsal), ve Kazak Mustafa Çokayef (Çokay) vs. en önemli Anadolu dışından gelen Türkçü düşün kadrolarıdır.
Türkiye Cumhuriyetine geçiş döneminde; Batı Trakya, Musul ve Kerkük, Misak-ı Milli olarak görülen Halep, Kamışlı toprakları kaybedilince ve Lozan Antlaşması görüşmelerinde “Ermeni ve Kürt Meselesi” sorun olarak telakki edilince, itilaf devletleri ile anlaşma yoluna gidilmiştir. Yeni yapılan devlet anayasasında bu problemleri dikkate alan “Ulusçuluk/Türkçülük” toprak bütünlüğü için temel savunu düsturu olarak öne çıkmıştır. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası 1924 de bu durumu özetleyen bir cümleye de sahiptir. Orada; "Madde 88- Türkiye'de din ve ırk ayırt edilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese "Türk" denir." (1924 Anayasası'nın günümüz Türkçesine uyarlanmış halidir)

Nitekim bu temel “Türklük” düsturu altında T.C. Devleti ve Hükümetleri uygulamada tek ulus yaratma projesi olan bu anayasaya uygun davranan uygulamalara sahip olmuştur. T. C. Devleti ve Hükümetleri Osmanlı Döneminden devir aldığı asimilasyon (benzetmek) ve entegrasyon (bütünlemek) politikalarını hatta daha da geliştirmiştir.
Yeni Cumhuriyet yönetiminde uygulamada dışarıdan gelen mülteciler ile herhangi bir problem yaşanmaz, Türk olmayan fakat Müslüman olan azınlıklar hem asimile edilir, hem de sisteme entegre edilirler. Osmanlıda en fazla nüfuza sahip Araplar, T.C. Devletinden Osmanlı Devletinin parçalanması ile zaten kopmuştur. Hıristiyan unsurlar çeşitli biçimlerde lağvedilmiştir. Geriye Kürtler kalmıştır. Fakat Türk olmayan, en kalabalık nüfusa ve ısrarlı tarihsel yerleşime sahip yerel unsur olan Kürtlerin sisteme entegre edilmesinde siyasal ilişkiler çok sancılı geçer. Açıkçası Osmanlı Devleti Padişah II. Mahmut döneminden itibaren siyasal katılımda devlet idaresinin merkezileştirilmesi için yapılan vilayet düzenlemesi idari tedbirleri nedeniyle, Özerk Kürt Ocak Beyliklerinin tasfiyesi ile başlayan ve Türkleştirme politikaları ile süren Kürtler ile çatışmalı süreç cumhuriyet döneminde de kesintisiz yaşanmaya devam eder. İki yüz yıllık bir geçmişe rağmen devletin hükmü sağlanan Kürt illerinde devletin hâkimiyeti bir türlü kurulamaz. Diğer yandan Kürtlerin önemli bir kesimi Türk ulusçuluğunu benimsemez.

Bu durumda Türkologların devletin katında düstur olan Türkleştirme uygulamaları, artık işe yaramaz haldedir. Hatta Türkiye günümüz yöneticilerinin iddiası ile “devlet bu mesele nedeniyle bir beka sorunu ile yüz yüzedir!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder