Çırê Musyon

20 Mayıs 2014 Salı

Mamostê Hêcî Gilor





Hêci Gilor dewe Pîran Salorid cuwiyênî.
1980 di ez Salorid mendînî, ew waxt Hêcî Gilor nizdê 70 serrê bi.

Hêci 1950 di dewe xwid egitmen bi.  Ew waxt kam niştiş û wendiş bizanên se, hûkmat dewûnd herindê mamostêyan egitmên tayin kerdînî.

Hêcî Gilor zî müracaat kerdib û bibi mamostê dewê xo.

Hêcî Gilor tim cîl yî newe û pak bî. Hol miqatê xwi bînî.
Şal girotîn pira. Rêng şalûn û caket yi zê cibî.

Tirkî weş zanênî la belê tirkîyê êy binêk monênî zuvan dewican.
Qom xwî miyanid tirkî qisê nêkerdîn.

Dewîcon waxt egitmênê ey di qisekerdişî yî ray rê ardînî zuvan ser.
Hêci yew roc gedonra perseno,
Çociklêr heşekler ne yapar?
Gede kam yo vûn bar kirişenî,kam vano êzingan kirişenî,kam vano kar û gurê kêyî pîyor pê hêran ma vênênî.
La belê hêcî cevab gedon pîyorin qêbûl nêkeno.
Hêcî cevab ho di vano:
-Çocikler bilmediniz, heşek tek zirtîg atar.))))

Hêcî vano çocikler sobîna sorum vardir.
"T" hêrfî neye benzer?
Gede honc xo gorê cevab danî.
Ge vanî odinê benzer,ge vani agacê benzer.
Hêcî honcî qabûl nêken.
Hecî vano ulan heşekler "T" hêrfi destecuna benzer.

Homa rehmê xwi pê bikû, zanayê dewe xo bi.


Gedê: Qij,doman,minal
Destecûn: dar'ê cirna pê hêb koyişa.
Hesek: Her,ker,monker
Ezing: koli

15 Mayıs 2014 Perşembe

Bir itirafname olarak Bardakci'nin sandigi

1915’te sürgün ve imha edilen Ermenilerin taşınır ve taşınmaz mallarına “hukuk”un bütün araçları kullanılarak önce İttihat ve Terakki (İT) iktidarının yayımladığı, daha sonra da Cumhuriyet dönemindeki hükümetlerin miras aldığı Emval-i Metruke Kanunları ile nasıl el konulduğunu ve dağıtıldığını Taner Akçam ile birlikte kaleme aldığımız “Kanunların Ruhu: Emval-i Metruke Kanunlarında Soykırımın İzini Sürmek” başlıklı çalışmada tafsilatıyla ortaya koymuştuk. Emvali Metruke Kanunları çerçevesinde çıkartılan bütün kanunlarda söz konusu mal ve mülklerin Ermenilere ait olduğu ve bunların en azından değerlerinin kendilerine teslim edileceği belirtilmesine rağmen türlü yollarla buna engel olundu ve Ermenilerin maddi temelleri de ortadan kaldırılmak suretiyle fiziksel imhaları tamamlandı. Bu kanunlar “sayesinde” Ermeniler âdeta varlık durumunda yokluk durumuna düşürüldüler.
Lozan’da verilen söz
Ermenilere ait olduğu bilinen bu mallar “emval-i metruk” addedilip Balkanlar’dan ve Kafkaslar’dan gelen muhacirler başta olmak üzere; yerel eşraf ve mütegallibeye, İT döneminde birçok devlet kuruluşuna, orduya ve Cumhuriyet rejimi dönemlerinde de yine devletin ve hükümetin hizmetinde bulunan resmi çeşitli kuruluşlara ve kişilere Hazine ve Maliye Bakanlığı tarafından dağıtıldı. Lozan’da Ermenilerin mallarını iade edeceği sözünü veren yeni cumhuriyet vatandaşlık ve pasaport kanunları gibi araçları kullanarak Türkiye sınırları dışında kalan Osmanlı vatandaşı Ermenileri Türkiye’ye sokmayarak onların mallarına Emval-i Metruke Kanunları ile el koyduktan sonra, bu malları açık artırmayla sattı ve buradan gelen gelirleri 1928’de bütçeye irat olarak kaydetti. Yine aynı tarihte hem İT, hem de kendi döneminde dağıttığı taşınmaz Ermeni mallarını kullananlara tapular dağıttı.
Sözkonusu devasa mal ve mülkten ve bunun gaspından pek tabii Ermenilerin tehciri ve imhası sürecinde doğrudan ve aktif görev alan bir kısmı İT Umum-i Merkezi üyesi de olan birçok İttihatçı memur ve görevli de faydalandı. Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra İT’nin memleketi terk etmemiş olan çok sayıda mensubu, tehcir sırasında işlediği suçlardan dolayı İstanbul’da kurulan divan-ı harplerde yargılandılar. İT’nin savaştan hemen sonra Türkiye’yi terk ederek Avrupa’ya kaçan önemli isimleri Talat, Said Halim ve Cemal Paşa, Dr. Bahaeddin Şakir ile Cemal Azmi Beyler, Ermeniler tarafından girişilen ve ismi “Nemesis” olan bir operasyon ile 1920 Haziranı ile 1922 Temmuzu arasında öldürüldüler.
İstanbul’daki yargılamalar sonucu ise Boğazlıyan Kaymakamı ve Yozgat Mutasarrıfı Vekili Kemal Bey ve Urfa Mutasarrıfı Nusret Bey ile Erzincanlı otelci ve Erzincan Jandarma Dairesi Yazıcısı Hafız Abdullah Avni idam edildiler. Ancak işin ilginç tarafı, söz konusu bu kişiler daha sonra TBMM tarafından Haziran 1926’da çıkartılan özel bir kanunla “milli kahraman” ilan edilip ailelerine Ermenilerden kalan “emval-i metruke”den muhtelif mallar verildi ve maaş bağlandı.
220 adet belge
Biliyorum uzun bir girizgâh oldu. Gelelim bu uzun girişin muradı olan kitaba. Murat Bardakçı, “Talat Paşa’nın Evrak-ı Metrukesi”nden altı yıl sonra yine nedense sadece kendisinin ulaşabilme ehliyeti olduğu İttihatçı liderlerin özel arşivlerine girerek yayımladığı ve içinde son derece önemli belgelerin, yazışmaların olduğu “İttihatçı’nın Sandığı” kitabını yayımladı. İş Bankası Yayınları’ndan çıkan kitabında Bardakçı, aynı zamanda yukarıda belirttiğimiz Meclis kararıyla “milli şehit” ilan edilen İttihatçı görevli ve memurlara tahsis edilen Ermeni mallarıyla ilgili Başbakanlık Cumhuriyet Arşivleri’nde bulunan 19 adet belgeyi de yayımladı. Arşiv evrakının ardından bir kısmı Bardakçı’nın özel arşivinde bulunan, bazılarını da İttihatçı ailelerden temin ettiği 198 belge olmak üzere toplamda 220 adet belgeden müteşekkil bir kitaptan bahsediyoruz.
Kitabın ikinci bölümünde yer alan yazışmaların ileriki dönemde son derece önemli çalışmalara kapı aralayacağı kanaatindeyim. İkinci bölümde yer alan İttihatçı Maliye Nazırı Cavid Bey’in evrakı—burada bilhassa Halide Edip ile Cavid Bey arasında geçen mektuplaşmaların olduğu bölümler özellikle Edip’in Ayn Tura Yetimhanesi’ndeki faaliyetlerini merak edenler için bir hayli ilginç bilgiler içeriyor (s. 125-44)—bunun yanı sıra Kürt Şerif Paşa’nın mektupları, Bahriye Nazırı Cemal Paşa ve İzmir Valisi Rahmi Bey’in evrakı, İT’nin genel sekreterlerinden Midhat Şükrü’nün Malta mektupları ve yine İttihat ve Terakki mensuplarına ait çarpıcı bir resim albümü kitapta yer alan önemli belgelerden.
Yazarın cevabı
Şimdi gelelim kitabın esbabı-ı mucizesine: Kitabının girişinde Murat Bardakçı kendisine devamlı olarak yöneltilen “Tarihçilik sadece belge yayıncılığından ibaret değildir, yayımlanan belgenin yorumlanmasını da gerektirir” gibi son derece haklı ve yerinde olan eleştiriye cevabı oldukça manidar. Bardakçı’ya göre bu eleştiriyi yapan kişiler kendisinin 1915 tehciri olarak tanımladığı olayın mimarlarının evrakına ulaşmamaları bir tarafa, bu evrakın mevcudiyetinden bile haberdar bulunmadığından ve bunlara onun ulaşmasından dolayı kendisine yönelik bir hasislik olduğu kanaatinde.
Evet, doğrudur 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın ilk çeyreğinde Osmanlı İmparatorluğu’nun bütün kaderini belirleyen kararları alan ve 20. yüzyılın modern anlamda ilk büyük soykırımının ve yerinden etmenin mimarı olan kişi ve kişilerin evrakına ulaşmak, en azından meseleyi bu şekilde bir imha olarak mülahaza edenler için Sayın Bardakçı da takdir ederler ki pek kolay olmasa gerek. Hem kendi televizyon programı hem de katıldığı diğer platformlarda defaatle İttihatçı olduğunu ve İttihatçılığa olan hayranlığını ifade etmekten imtina etmeyen birisinin birtakım yakın ilişkilerini de kullanarak bu türden hayati derecede önemli özel arşiv ve yazışmalara ulaşabilmesi kanımca anlaşılır bir durum. Burada tarihçi açısından önemli olan söz konusu birincil el bu belgelerin dönemin tarihsel bağlamı çerçevesinde nasıl bir değerlendirmeye tâbi tutulduğudur. Yoksa gidelim bütün sahafçıları gezelim ve o döneme ait ne var ne yoksa bulup biz de “şunun sandığı”, “bunun dolabı” diye yayımlayalım. İşin özü ve bam teli bu belgelerin ve yazışmaların hangi tarihsel koşullar altında ve ne gibi olaylar cereyan ediyorken tutulduğudur. Ne yazık ki Bardakçı’nın bunun gibi tarihçiliğin olmazsa olmazı olan unsurlarla pek hemhal olma gibi bir niyeti ve çabası yok.
Halide Edip’in mektubu
Bir örnek vermek gerekirse, kitabın Maliye Nazırı Cavid Bey ile Halide Edip arasında geçen yazışmaların yer aldığı bölümde Beyrut’tan gönderdiği bir mektubunda Halide Edip, Cavid Bey’e şunları yazmakta: “… Bilhassa Ermeniler, Cemal Paşa’nın aziz başına Allah’la beraber yemin eden sırf burada yaşamak hakkını bulan bir sürü bedbaht Ermeni var… Çöllerde ot yiyerek karınları şiştikten sonra kimi anasını, kimi babasını, birçokları da çocuklarını kaybettikten sonra buraya düşmüşler… Çocuklarıyla, kadınlarıyla ayrıca meşgul oluyorum. Küçüklerine bir sınıf açtık, okutuyoruz… Bahçede bir facia daha var! Oğlunu yanında öldürülürlerken birdenbire dilini kaybeden bir bedbaht, öteki oğlunu ve ailesini nereye attıklarını bilemiyor. Ayakları çıplak, gözleri elem içinde, mütemadiyen işaretle felaketini haykırıyor. Bazen geceleri çocuğu ölen bir kadın gibi, başı elleri içinde döğünüyor, döğünüyor …” (s. 128-29).
Halide Edip’in Cavid Bey’e yazdığı bu mektupta bahsettiği, tehcir ve soykırım sırasında yetim kalan Ermeni çocukları ve dul kalan Ermeni kadınlarıdır. Esasında Halide Edip, Beyrut’taki Ayn Tura Yetimhanesi’ndeki faaliyetlerinden bahsettiği bu mektubunda bize Ermeni Soykırımı’ndan bir kesit sunar. Bu türden hayati derecede önem taşıyan yazışmalar ancak böyle bir tarihsel okumayla ele alındığında anlam kazanmaktadır. Murat Bardakçı’nın kitabında göremediğimiz ve daha da göremeyeceğiz nokta budur.
Gelelim kitabın ilk bölümünde Meclis kararıyla “milli şehit” ilan edip Ermenilerden kalan mal ve mülklerin dağıtıldığı İttihatçılarla ilgili olarak çıkartılan kararlara. Öncelikle şunu söyleyeyim: İlk bölümde, yazarın Osmanlıcasından tercüme edip yayımladığı 19 belgeye isteyen herkes Ankara’daki Cumhuriyet arşivlerine giderek yarım saat içinde rahatlıkla ulaşabilir. Bu belgeler Ermenilerin özellikle gayrimenkul mallarının, onları imha eden faillerine nasıl pervasızca dağıtıldığının ve Ermeni mallarına devlet eliyle ve onun hukuki mekanizmalarıyla nasıl el konulduğunun âdeta bir itirafnamesidir. Bu belgelerin işaret ettiği ve Bardakçı’nın da esasında Mustafa Kemal özelinde altını çizdiği bir diğer çarpıcı nokta, Ermenilere ait mal ve mülk transferinin ve gaspının İT’den Cumhuriyet rejimine nasıl intikal ettiğinin ve bu minvalde aynı zihniyetin devamlılığı ve sürekliliğidir. Zira, Cumhuriyet rejimi kurulduğu andan itibaren İT’nin inşa ettiği Emval-i Metruke Kanunlarını aynen benimsemiş, bu sürekliliği sağlamak ve malların Ermenilerin ellerine geçmemesini önlemek adına adeta bir ipek böceğinin kozasını örmesi inceliğinde çıkardığı yasalarla bu süreci iyiden iyiye konsolide etmiştir.
Devlette süreklilik
Dolayısıyla Bardakçı aslında haklı olarak son derece önemli bir noktaya vurgu yapmaktadır. Mustafa Kemal’in tehcire karşı olmadığını, tehcir kararını veren ve uygulayan İttihatçılardan nefret etmediğini, bu işe karışmış kişileri devlette görevlendirdiğini, tehcire uğrayan Ermenileri mağdur olarak görmediğini ve tehcirin sorumluları hakkında ağır ifadeler kullanmadığını bu belgelere dayanarak kanıtladığını ileri sürmektedir. Bu bağlamda Bardakçı’ya hakkını vermek gerekir, zira Ermeni tehciri ve soykırımı sırasında tehcir ile ilgili birimlerde görevli olan çok sayıda bürokrat, M. Kemal’in cumhurbaşkanlığı yıllarında devlette kilit görevler üstlenmiştir. Bu anlamda devlette süreklilik esası benimsenmiştir.
Murat Bardakçı tarafından bir yıkılışın ve hüznün hikâyesi olarak tasvir edilen “İttihatçı’nın Sandığı”, aslında söz konusu sandıktan “pörtleyen” bir itirafname niteliğindedir. Bu kitapta yer alan belgeler, Ermenilerin başlarına gelen yıkım ve talanın ikrarıdır. Madem yazarı sadece belgeleri yayımlamakla yetindi, o vakit böyle yorumlamak da bize kalsın.
*Bu yazı 15-04-2014 tarihinde AGOS gazetesinin internet sitesinde yayımlanmıştır.

12 Mayıs 2014 Pazartesi

Millet kim,vatan neresi,Misak-i Milli hudutlari nasil cizildi




 FIKRET BASKAYA




Bir fotoğrafa kimin nasıl baktığı, bir tarihsel-toplumsal olayı kimin hikaye ettiği, “nereye değil nereden bakıldığı” büyük öneme sahiptir.
Seksen altı yıldır Türk milliyetçilerinin ve egemen sınıf sözcülerinin dillerine pelesenk ettikleri şu Misak-ı Milli ne menem bir şeydi?
Misak-ı Milli denilenin gerçek dünyada bir karşılığı var mıydı?
Tevatür edilenle gerçek durum arasında nasıl bir uyumsuzluk söz konusuydu?
İkinci adı ‘Ahd-ı Milli [ milli yemin] olan söz konusu beyanname için gerçekten yemin edilmiş miydi? Eğer yemin edilmişse yeminin sahipleri yeminlerine sadık kalmışlar mıydı?
Resmi tarihin nerdeyse kutsal metin mertebesine çıkardığı Misak-ı Milli Beyannamesi somut bir gerçekliğe mi tekabül ediyordu yoksa bir retorik miydi?
Bu yazıda Misak-Milliyle ilgili gerçeği anlatmayı, başka türlü söylemek gerekirse, ‘gerçeğin üstünü örten perdeyi’ kaldırmayı deneyeceğim.

TÜRKİYE’NİN YAKIN TARİHİ YALAN ÇÖPLÜĞÜDÜR
Türkiye’nin yakın tarihi esas itibariyle Mustafa Kemal’in Nutuk‘ta anlattıklarının bir tekrarı veya ona uydurma çabasının ürünüdür, tam bir yalan çöplüğüdür, dolayısıyla daha baştan bir yöntem zaafıyla malûldür. Bir toplumun tarihinin bir kesitini bir tek şahsiyetin, üstelik o süreçte etkili olmuş bir şahsiyetin anlattıklarına dayandırmak, bilimsellik kriteri bakımından kabul edilebilir değildir.
Elbette komprador egemen ittifakın, tarihi tahrif etmeye, olup bitenleri kendi çıkarları doğrultusunda hikaye etmeye, yalan üretmeye ve yalanı büyütmeye ihtiyacı vardı. Egemen olmak için gizlemek, gizlemek için de yalan, tahrifat, çarptırma, yok sayma, adıyla çağırmama, velhasıl hurafeler gereklidir. İşte bu amaçla ‘resmi tarihçiler taifesi’ canla başla çalıştı ve çalışmaya devam ediyorlar.
Elbette misyonları olayları tahrif etmek, çarpıtmak, hurafe ve yalan üretmek, yalanı büyütmek olanların, rejim tarafından ödüllendirilmeleri de anlaşılır birşeydir. Üstelik söz konusu taifenin gerçeği gizlemedeki başarısı, bilimselliğin de gerçekleşmesi sayılıyor. Bu yüzden bilim ve bilimci kavramlarına ihtiyatla yaklaşmak her zaman gereklidir.

GERÇEĞİ GİZLEYEN AKADEMİSYEN ÖDÜLLENDİRİLİYOR
Akademide yükselmenin yolu rejime dair yalanları üretmedeki ‘ sebat ve başarıya’ bağlı. Rejimin adamları olan bu taifenin sloganı az çok şöyledir: gizliyorum o halde rejim tarafından ödüllendirilmeye de hakkım vardır… Oysa yalanı üretmek için büyük çaba gerekmiyor. Asıl zor olan yalanı teşhir etmek, yalancıların ipliğini pazara çıkarmaktır.
Yalanı teşhir etme kaygısı taşıyanların, gerçeğin peşine düşenlerin işi, yalan üreticilerinden elbette daha zordur ama, gerçeğin safında yer almaktan dolayı da yöntem üstünlüğüne sahip olduklarında şüphe yoktur. Zaten uzun vadede gerçek yalana galebe çalar ki, bu eşyanın tabiati gereğidir. Birincisi, gerçeği tam olarak gizlemek hiçbir zaman mümkün değildir; ikincisi, gizlemek yok etmek değildir ve vakti geldiğinde gerçek bütün ihtişamıyla arz-ı endâm eder.

EMPERYALİST SAVAŞTA OSMANLI DA BİR TARAFTI
Daha önce başka yerde yazdığım gibi, resmi tarih üreticileri, olayların hikayesini Mustafa Kemal’in Samsun’a çıktığı 1919′dan başlatıyor. Sanki bir emperyalistler arası savaş yaşanmamış ve Osmanlı İmparatorluğu söz konusu savaşın tarafı değilmiş izlenimi yaratılıyor.
Velhasıl hikayenin başı sansür ediliyor. Yaratılan izlenim de kabaca şöyle: Ülke toprakları işgal ediliyor ve Milli Mücadeyle düşman defediliyor, bir ‘ulusal Kurtuluş Savaşı’ sonucu ülke kurtarılıyor… Osmanlı İmparatorluğunun Almanya-Avusturya safında, İngiliz, Fransız, Çarlık Rusyası’inin oluşturduğu İtilaf devleletlerine karşı emperyalist savaşa katıldığı tarih olan 1914 yılında imparatorluğun nüfûz alanındaki topraklar yaklaşık 5 milyon kilometre kare idi. Resmi tarih tarafından büyük bir başarı sayılan Lozan Barış Antlaşması imzalandığındaysa 770 bin kilometre kareydi. İmparatorluk topraklarının ve nüfûz alanlarının nerdeyse % 85′i kaybedilmişti.

T.C. OSMANLI İMPARATORLUĞUNUN YENİ ADIYDI
Sahip olduğunun %85′ini kaybeden birinin %15′i koruduğu için aşırı övünç duyması tuhaf değil midir? Demek ki, soruyu nasıl sorduğunuza bağlı olarak cevap da değişiyor. Gerçekten ulaşılan sonuç abartılacak bir başarı mıydı ya da kimin başarısıydı? Aslında T.C., Osmanlı İmparatorluğunun emperyalizm tarafından budanarak kuşa çevrilen versiyonunun yeni adıydı. Bu yüzden Osmanlı İmparatorluğundan Cumhuriyete geçiş, resmi tarihçilerin hikaye ettiğinden farklı anlamlar taşımak durumundaydı.
Emperyalist güçlerin bir aracı olan, bu günün Birleşmiş Milletler Örgütü’ün ardılı Milletler Cemiyeti’nin [ Cemiyet- Akvâm] dayattığı ‘yeni dünya düzenine’ imparatorluğun merkezinin ve ondan koparılan kısımların uyumlandırılmasıydı.
Esas itibariyle birinci emperyalistler arası savaş [Harb-i Umumi], odağında Osmanlı İmparatorluğunun bulunduğu ünlü “Şark Sorununu” çözmeyi amaçlayan bir savaştı. Osmanlı İmparatorluğu’nun bu savaşta bir taraf olarak yer alması, “çözümü kolaylaştırıcı” bir işlev görmüştü…

ABD SON ANDA SAVAŞA DAHİL OLDU
Osmanlı İmparatorluğunun TC’ye dönüşmesi de dahil, emperyalist savaş sonrası ‘Orta Doğu’ denilen bölgenin bu günkü biçimini alması daha savaş devam ederken Çarlık Rusyası’nın da onayını alan ‘Antant devletlerinin’ İtilaf Devletleri’nden ikisinin, [İngiltere ve Fransa'nın] imzaladıkları Skyes-Picot gizli anlaşmasıyla [veya mutabakıyla] belirlenmişti.
Fakat 1917 Ekim devrimi bu anlaşmayı bazı bakımlardan ‘tadil etme gereğini’ ortaya çıkarmıştı. Haritanın oluşmasında etkili bir üçüncü unsur da, son anda [Nisan 1917] ABD’nin savaşa dahil olmasıdır. Sözünü ettiğimiz bu üç unsurun diyalektiği, Ortadoğu coğrafyasını biçimlendirdi ki, resmi tarih olaylara yön veren bu üç unsuru ısrarla yok saymayı, değilse geçiştirmeyi yeğledi.

MİSAKI MİLLİYE YEMİNİ NE ZAMAN EDİLDİ?
Mustafa Kemal’in de gözden geçirip onayladığı anlaşılan, Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti tarafından 1931 yılında yayınlanan Tarih IV’te, “Ferit Paşa’ya teklif olunan sulh şartları yalnız Osmanlı Devletini değil, Türk vatanını ve Türk Milletini de parçalamak mahiyetinde idi. Türkiye Büyük Millet Meclisi, buna derhal mukabele etti ve 18 Haziran celsesinde “Misak-ı Milliye” yemin ederek Türk topraklarının parçalanmasına musaade etmeyeceğini cihana ilãn eyledi” deniyor. (1)
Aynı eserin sonuna konulan kronoloji cetvelindeyse, 18 Temmuz 1920′de Büyük Millet Meclisinin Misak-ı Milli için yemin edildiği yazılı…Belli ki, bir rakam yanlışı var, zira TBMM’nin 18 Haziran 1920 de Misak-Milli gündemli bir oturumu yok, doğru tarih 10 Temmuz 1920 olabilir ama o gün de Misak-ı Milli gündemde yok. Nitekim o günkü oturumda milletvekili yemini edildiği anlaşılıyor ve yemin şöyle:
Makam-ı Hilâfet ve Saltanatın ve Vatan ve milletin istiklâl ve istihlâsından [elde edilmesinden] başka bir gaye takip etmeyeceğime vallahi.”

HİLAFET VE SALTANATI KORUMA SÖZÜNÜ TUTMADILAR
Fakat, Misak-ı Milli’ye dair yazan ve konuşan herkes 18 Temmuz 1920 tarihini veriyor… Yeminde sözü edilen ‘vatan’ neresiydi, millet kimdi, milletvekilleri yeminlerinin başına koydukları Hilafet ve Saltanatı koruma sözünü neden tutmadılar? Neden yeminlerine ihanet ettiler?
Altı maddeden oluşan Misak- ı Milli’nin tüm maddelerinin ihlâl edilmesi, arkasında durulmaması nasıl açıklanabilir? Bu ve benzer soruları ortaya atmak ve tartışmak soruna açıklık getirmek bakımından önemlidir. Her ne kadar resmi tarih, Misak-ı Milli Beyannamesi‘ni kutsal bir metin mertebeseni çıkarmak için zorlansa da, aslında söz konusu olan gerçeklikten çok bir söylemdi.
İlerleyen sayfalarda Misak-ı Milli söyleminin izini sürerek, gerçekler karşısındaki konumunu tahlil etmeyi deneyeceğim. Fakat, Misak-ı Milli Beyannamesini yüceltenler sadece yerli resmi tarihçiler değil. Yerli resmi tarihçilerin imdanına yabancı meslektaşları da yetişiyor.
30 Ekim 1918 de Osmanlı İmparatorluğuyla İtilaf devletleri arasında Mondros ateşkes anlaşması imzalandı ama başta İngilizler olmak üzere İtilaf devletleri bu anlaşmaya uymadılar. 1 Kasım 1918’de Musul İngiliz generali Marhall tarafından işgal edildi. 23 Kasımda da Fransız generali Franchet d’Esperay İtilaf devletleri adına İstanbulu işgal etti. Yunanlılar 15 Mayısta İzmir’e çıktı, 25 Temmuz’da da Edirne’yi işgal ettiler. 16 Mart 1920′de de İstanbul İtilaf devletleri tarafından resmen işgal edildi ve böylesi bir ortamda 10 Ağustos 1920 de Sevre Antlaşması imzalandı. Mütareke koşullarında yapılan seçimler sonucu oluşan son Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı 12 Ocak 1920′de toplandı ve 28 Ocak 1920 de Misak-ı Milli’yi kabul etti.

MİSAK-I MİLLİ BEYANNAMESİ FELAH-I VATAN GRUBUNUN ESERİ
Misak-ı Milli Beyannamesi esas itibariyle mecliste oluşan sayıları 70 [kimilerine göre 88] olan Felah-ı Vatan grubunun eseriydi ve Meclis-i Mebusan’da yeterli çoğunluğun sağlanamadığı bir gizli oturumda toplantıya katılanların oy birliğiyle kabul edilip, 17 Şubat 1920′de de ilan edilmişti. Aslında söz konusu beyanname Edirne mebusu Şeref Bey’in gayretleriyle Meclis gündemine taşınmış ve yaptığı ‘duygusal’ konuşma etkili olmuştu. Altı maddeden oluşan beyannamenin birinci maddesinde:
Osmanlı Devleti’nin 30 Ekim 1918 günlü mütarekenin yapıldığı sırada düşman ordularının işgali altında kalan ve Arap çoğunluğunun oturduğu kısımların kaderi halklarının özgürce verecekleri oylara göre belirlenmek gerektiğinden, sözü edilen mütareke hattı dahilinde ve haricinde, dinen, ırken ve emelen bir olan ve birbirlerine karşılıklı saygı ve fedakârlık duyguları taşıyan, sosyal bakımdan uyum içinde bulunan Osmanlı İslam çoğunluğunun oturduğu bölgelerin tümü fiilen ve hükmen ve hiçbir sebeple ayrılamaz bir bütündür” deniyor.

ARABİSTAN İÇİN HALK OYLAMASI YAPILMADI
Dikkat edilirse bu madde çelişkiler içeriyor, dolayısıyla iç tutarlılıktan yoksun. Birincisi, ateşkes anında düşman ordularının işgali altında kalan Arabistan için bir halk oylaması hiçbir zaman gündeme getirilmiyor.
Ateşkes anında Osmanlı İmparatorluğu sınırları dahilinde bulunan ve ateşkes ihlâl edilerek işgal edilen Musul Vilayeti Lozan Barış Antlaşmasıyla İngilizlere bırakılıyor. Metinde yer alan mütareke dahilinde ve haricinde ifadesi sınır sorununu bütünüyle belirsizleştiriyor. Böyle bir ifade söz konusu olduğunda, ülke sınırları belirsiz hale geliyor. Eğer bu ifade dikkate alınırsa ki, alınmak zorundadır, artık sınırların nereden geçtiği belirsizdir…
Aynı şekilde Lozan’da çizilen sınırlar beyannamede sözü edilen; “dinen, ırken ve emelen bir olan ve birbirlerine karşılıklı saygı ve fedakârlık duyguları taşıyan, sosyal bakımdan uyum içinde bulunan Osmanlı İslam çoğunluğunun oturduğu bölgelerin tümü fiilen ve hükmen hiçbir sebeple ayrılamaz” deniyor ama sadece dinen ve emelen, ırken ve sosyal bakımdan uyum içinde olanlar değil, insanlar ailelere varıncaya kadar parçalanıyor. Güney sınırında bölge halkınnın yaşadığı bu trajik durum bu gün de devam ediyor. Bunun için Suriye sınırında dinî bayramlarda yaşananları hatırlamak yeter…

BATUM NASIL GÜRCİSTAN’A BIRAKILDI?
Beyannamenin ikinci maddesi; “Madde 2- Ahalisi ilk serbest kaldıkları zamanda aray-ı ammeleriyle [özgür iradeleriyle] anavatana ilhak etmiş olan elviye-i selase [Kars, Ardahan, Batum] için ledelicap [istenirse] arayı ammeye [halk oyuna] müracat edilmesini kabul ederiz” şeklinde.
Bu madde de ihlâl ediliyor. Halk oylaması söz konusu olmuyor ve Batum Gürcistan’a bırakılıyor.

BATI TRAKYA İÇİN HALK OYLAMASI NEDEN YAPILMADI?
Üçüncü madde Batı Trakyanın statüsüyle ilgili. Batı Trakya’nın geleceğinin Wilson Prensipleri [self- determinasyon] gereği halk oylaması sonucu belirleneceğine dair ve Batı Trakya konusunda da aynı elviye-i selase de olduğu gibi halk oylaması konusu savsaklanıyor ve bu maddeye rağmen Batı Trakya denilen bölge Yunanistan’a bırakılıyor.
Dördüncü Madde yukarda sözünü ettiğimiz Milletvekili yemininde de yer alan “Hilafet ve Saltanat makamının korunmasıyla ilgili:

HİLAFETİ KORUMA SÖZÜ VERİP TASFİYE ETTİLER
“Madde 4: Makarr-ı Hilafet-i İslamiye ve Payitaht-ı Salatan-ı Seniyye ve Merkez-i Hükümet-i Osmaniye olan İstanbul şehri ile Marmaran-a Denizi’nin emniyeti her türlü halelden masun olmadır…” şeklinde.
Hilafet ve Saltanat Makamı kurtarılmak bir yana, bizzat bu beyannameyi hazırlayanlar tarafından tasfiye ediliyor! O halde Hilafet ve Salatanatı kurtarma yemini edenlerin söz konusu makamı bizzat tasfiye etmelerinin sebeb- i hikmeti nedir?
Bu önemli soruyu birazdan tarışma konusu yapacağım ama burada şunu hemen söylemek gerekiyor: Böyle bir tasfiye başta İngilizler ve Fransızlar olmak üzere, emperyalist devletlerin istediği bir şeydi ve bu işi yapmak da Kuvayı Milliyeci kemalistlere düşmüştü…

LOZAN VE TC’NİN VAR OLUŞU
Beyannamenin beşinci maddesi azınlıklar hukukuna karşılıklılık esasları dahilinde uyulacağıyla ilgili. Altıncı ve son maddenin bu günkü dildeki ifadesi şöyle: Madde 6- “Ulusal ekonomik gelişmemize olanak sağlamak ve daha çağdaş düzenli bir yönetimle işlerimizi yürütebilmemiz için her devlet gibi bizim de tam bağımsızlığa ve özgürlüğe ihtiyacımız vardır. Bu, yaşam ve geleceğimizin temelidir. Bu yüzden siyasal, hukuki ve mali, vs. gelişmemize mani sınırlamalara karşıyız. Borçlarımızı ödeme biçimi de bu esaslara aykırı olmayacaktır.
Lozanda sadece sınırlar konusunda değil, mali ve ekonomik konularla igili de Misak-Milli’nin ruhuna ve lafzına aykırı çok önemli tavizler verildi. Misak-ı Milli o alanda da by-pas edilmişti. Resmi tarih’in sansür ettiği Lozan Barış anlaşmasının asıl adı Yakındoğu İşleri Hakkında Lozan Konferansı‘dır ve bilinen anlamda bir antlaşmadan çok, tam bir emperyalist dayatmadır. Lozan’da emperyalisler istedikleri her şeyi dikte ettirmişlerdi…
Eğer diplomatik dile ve ‘nezakete’ itibar edilmezse, konferansın adı” Ortadoğuyu bölüp parçalama konferansı da olabilirdi. İşte T.C. o parçalardan bir olarak varolmuştu.
Dolayısıyla, tüm alanlarda olduğu gibi iktisadi, mali, siyasi konularda da dayatmalar içeriyordu.

MİLLET KİM, VATAN NERESİ?
Millet kimdi, vatan neresiydi, hudutlar nasıl çizilmişti, “milli menfaat” denilen aslında kimin menfaatiydi?
Misak-ı milli‘deki milli kelimesi milletle ilgili, millete ait anlamındadır ama oradaki millet bu günkü ulus anlamında değildi. Misak da sözleşme anlamını içeriyor. Misak-ı Milli’den anlaşılan da millet sözleşmesi olabilir. Çoğulu milel olan milletin Osmanlı iktidar sisteminde ifade ettiği anlam bu günkünden farklı olarak, dine gönderme yapıyor ve “bir dine, bir inanca mensup olan topluluğu” ifade ediyordu. Osmanlı sisteminde bir topluluk eğer farklı dine mensupsa farklı bir millet sayılıyordu.
Müslüman milleti, Hristiyan milleti, Yahudi milleti gibi…Osmanlı imparatorluğunun son dönemlerinde sadece bir dine mensip olanlar değil, değişik Hrıstiyan mezheplerine mensup topluluklar da millet sayılıyordu. Bu o kadar ileri götürüldü ki, bir mezhebin içindeki farklı etnik unsurlar da millet sayılıp o statüden yararlanır olmuşlardı. Bu aşamada bir parantez açarak, Osmanlı İmparatorluğunun varlığını koruyabilmek için ne tür çabalar içine girdiği ve millet kavramının nasıl bir gelişim seyri izlediğini hatırlatmak uygun düşüyor.

İLK DENEME ‘OSMANLI MİLLETİ’ ADINA…
Batı Avrupa’da ulusculuğun gelişmesi, zengin bir etnik- dinî, kültürel, sosyal çeşitliliğe sahip Osmanlı İmparatorluğunda yankılanmaması mümkün değildi. Doğu Avrupa ve Balkanlardaki uluslar birer birer impatarorluktan koparken, Osmanlı yönetici kliği bu süreci durdurmak, imparatorluğun bütünlüğünü korumak için genel iradeye dayalı, farklı dinî ve etnik unsurlara eşit haklar ve yasal statü tanıyan bir Osmanlı Milleti yaratmayı denedi. Bu günün moda deyimi ‘anayasal vatandaşlığa’ dayalı bir birlik amaçlanıyordu.
Tanzimat dönemi sonrası, özellikle de Âlî ve Fuat Paşalar zamanında gündeme getirilen bu proje başarılı olamadı, imparatorluktan kopuşlar devam etti.
Mithat Paşa’nın düşüşünden sonra, hiç değilse Müslüman unsurları bir arada tutmayı amaçlayan bir Tevhid’i İslam [islam birliği] projesi gündeme getirildi ama tarihsel koşullar bu tür bir projenin de gerçekleşmesi için uygun değildi.

İTTİHATÇILARIN TÜRK İMPARATORLUĞU PROJESİ
1908 Jön Türk [İttihatçı] darbesinden sonra, ırka dayalı, panturan bir milliyetçilikle Batı’dan kovulmayı ‘Türk ırkının’ yaşadığı doğuya doğru genişleyerek ödünleme hezeyanlarına kapılmışlardı. Aslında İttihatçıların, özellikle de onların etkin kanadının [Enver, Talat, Cemal Paşalar] emperyalist savaşa katılma isteği biraz da bununla ilgiliydi. Bu ‘Türk ırkının’ yaşadığı bölgeleri kapsayan bir Türk imparatorluğu kurma projesiydi. Sözünü ettiğimiz bu üç arayış başarısız oldu ve emperyalist savaşın sonunda imparatorluk çöktü…

İLK BAŞTA TÜRK MİLLETİ DİNİ BİR İÇERİĞE SAHİPTİ
Kavram kargaşası ve arayışlar milli mücadele ve sonrasında da devam etti. Milli Mücadele dönemi olan 1919-1922 aralığında Millet ve Türk Milleti kavramı hâlâ dinî bir içeriğe sahipti, etnik bir nitelik taşımıyordu. Gerek bizzat Mustafa Kemal tarafından, gerekse Büyük Millet Meclisi üyeleri tarafından kullanılan dil tartışmasız dinî içeriğe sahipti. Nitekim Milli Mücadele boyunca söz konusu mücadelenin öznesi sayılan millet sözcüğünden anlaşılan, Anadolu ve Rumeli’nin Müslüman ahalisinden başkası değildi. Misak-ı Milli Beyannamesinde ” Osmanlı İslam ekseriyetiyle meskun bulunan aksam” denilen de odur.

MİSAK-I MİLLİ’DE TÜRKLÜKTEN SÖZ EDİLMİYOR
Dikkat edilirse beyannamenin hiçbir yerinde Türk’ten Türklük’ten ve Türk Milletinden söz edilmiyor. Bu durum dönemin başka metinlerinde de öyledir. Mesela Anadolu ve Rumeli Müdafaayı Hukuk Cemiyeti nizamnamesinde “bilcümle anasır-ı islamiye” ibaresi yer alıyor ve Türk ve Türklüğe gönderme yapılmıyor. Nizamnamede ” bilumum islam vatandaşlar cemiyetin aza- ı tabiiyesindedir” deniyor.
Dönemin tüm metinlerinde ve konuşmalarda Araplar hariç tutularak İslam milletinden söz ediliyor. Eğer etnik/kültürel kimlik değil de, dine gönderme yapan bir millet söz konusuysa, müslüman Arapların neden bunun dışında tutulduğu sorusu ister istemez akla gelir. Aslında bunun Batılı söyleme uyumun bir gereği olduğu söylenebilir ki, bu da Milli Mücadelenin tarihsel anlamına dair esaslı sorunları tartışmayı gerektirecektir.
Bilindiği gibi, Batılılar Osmanlı yönetimi altındaki Anadolu ve Rumeli’ye çoktan beri Türkiye adını vermişlerdi ve doğal olarak o bölgede yaşayan halka da etnik fark gözetmeksizin Türk diyorlardı.
Mustafa Kemal de 1 Mayıs 1920′de BMM deki konuşmasında, “(Büyük Millet Meclisi’ni) teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız Çerkez değildir, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep anasır-ı islamiyedir, samimi bir mecmuadır” (2)diyordu. Bir başka vesileyle de Mustafa Kemal benzer şeyler söylüyor, Anasır-ı islamiyeden ne anlaşılması gerektiğine açıklık getirmek istiyordu:
“Bu hudud- u milli dahilinde tasavvur edilmesin ki, anasır-ı islamiyeden yalnız bir cins millet vardır. Çerkes vardır ve anasır-ı saire-i islamiye vardır. İşte bu hudut, memzuç bir halde yaşayan bütün maksatlarını, bütün manasıyla tevhit etmiş olan kardeş milletlerin hudud-u millisidir. (Hepsi islamdır, kardeştir sesleri). (3) Karesi mebusu Abdülaziz Efendi de Osmanlı Meclis-i Mebusanı’ndaki bir konuşmasında [19 Şubat 1920] şunları söylüyor: ” [Türkten] maksat Türk, Kürt, Çerkes, Laz gibi anasır-ı muhtelife-i islamiyedir. Bu böylemidir? (Hay hay, öyledir sadaları, alkışlar]. Eğer Türk kelimesinin manası bu değilse, rica ederim, burada nutuk iradedildikçe Türk tabiri yerine anasır-ı islamiye densin.”

MÜBADELEDEKİ KRİTER ETNİK DEĞİL, DİNİDİR
Lozan Konferansı gereği yapılan nüfus mübadelesi de yukardaki yaklaşımın devam ettiğini gösteriyor. Nüfus mübadelesindeki kriter etnik-kültürel değil dinîdir. Bu konuda Sevan Nişanyan şunları yazıyor:
“Türkçe konuşan, Grek hafleriyle yazan ve kiliselerinde Türkçe dua eden Karamanlılar ve Pontus Ortodoksları, ısrarlı protestolarına rağmen ‘Rum’ sayılarak sınır dışı edilmişler, buna karşılık ırk ve anadil unsuru göz önüne alınmaksızın Girit ve Rumeli’nin Müslüman halkı ‘Türk’ sayılarak muhacerete kabul edilmişlerdir. Cumhuriyet döneminde anadili Rumca olan Müslüman Of’lular, cumhurbaşkanlığı (Cevdet Sunay), bakanlık (Adnan Kahveci) , cunta üyeliği (Alb. Ahmet Kahraman) ve diyanet ileri başkanlığı (Dr. Mustafa Yazıcıoğlu) makamlara yükseleceklerdir. Buna karşılık anadili Türkçe olan hıristiyanların aynı mevkilere gelebileceklerini düşünmek, muhayyile sınırlarını zorlar” – . (4-5)
İlerleyen dönemde, özellikle ırk esasına dayalı millet anlayışının (ırkçı milliyetçiliğin) abartıldığı 1930′lu yıllar ve sonrasında retorik değişse de bu anlayışın varlığını koruduğu görülüyor.

ATEŞKES ANLAŞMASI TESLİMİYETİN İFADESİ
Misak- ı Milli Beyannamesi’nde ülkenin sınırları konusunda ateşkes anlaşması [Mondros Mütarekesi] sırasındaki durumun kabulü, sınırlar ve vatan kavramıyla ilgili soruları akla getiriyor. Aslında bu tür bir yaklaşım teslimiyetin ifadesidir. Eğer ateşkes anındaki durum farklı olsaydı, mesela Ankara işgal edilmiş olsaydı o zaman vatan topraklarınını sınırı da farklı olurdu. Bunun tersi de pekala mümkündü. Düşman orduları 30 Ekim 1918′deki hattın gerisinde durdurulmuş olsaydı, ülke sınırları, dolayısıyla Misak-ı Milli’ye dahil edilecek topraklar daha geniş olurdu.
Eğer bir ülkenin toprakları işgal edilmişse bu haksız bir durumdur ve düzeltimesi gerekir. Kuvayı Milliyeciler öyle bir talepte bulunmayı asla akıllarından geçirmiyorlar. O kadar ki, emperyalist işgalcilerin Mondros Mütarekesine rağmen işgale devam etmesini bile sorun etmiyorlar…

ERMENİ VE RUMLARIN MALLARINA EL KOYDULAR
Misak-ı Milli Beyannamesinin altı maddesinin de ihlâl edildiğine bakılırsa, Kuvayı Milliyeciler her koşulda emperyalist itilaf devletleriyle uzlaşmaya, onların tüm isteklerini kabule hazırdılar ama bir şartla: Kutsal devletleri korunacaktı. Onlar için hududun şuradan veya buradan geçmesi önemli değildi. Zaten millet‘ten anladıkları da devletti. Devleti kurtarmak milleti ve vatanı kurtarmakla özdeşti. Osmanlı yönetici bürokrasisinin ve katledilen ve/veya sürgün edilen Ermenilerin ve Rumların mallarına el koymuş Müslüman-Türk tüccar sınıfının çıkarı milli çıkar sayılmıştı.
O halde Lozan Konferansında son derece mütevazı Misak-ı Milli şartlarının dahi budanması nasıl açıklanabilir? Osmanlı İmparatorluğunun yaklaşık son yüzyılı, Avrupalı emperyalistlerden birine vaya diğerine yaslanıp, aralarındaki çelişkilerden yararlanarak ayakta kalma “ilkesine” dayanıyordu.
Dönemin hegemonik emperyalist gücü olan İngiltere ve ikinci derecede emperyalist-sömürgeci bir güç olan Fransa, imparatorluğu doğrudan sömürge statüsüne indirgemek yerine – ki, bu diğer emperyalist güçlerle sorun yaratmak demekti- onu yarı-sömürge statüsünde muhafaza etmeyi yeğlediler.
Bütün bu zaman zarfında Osmanlı yönetici elitinde emperyalist bir güce -tercihan Büyük Britanya’ya- dayanmadan varolamıyacaklarına dair bir “bilinç” oluştu. Fakat İngiltere 19. Yüzyılın sonuna doğru [1895] yukardaki yaklaşımdan uzaklaştı. Mondros Mütarekesi sonrası dönemde tüm kesimlere hakim olan bilinç emperyalistlerin insafına sığınmak şeklindeydi.. İtilaf devletlerini incitecek, gücendirecek hiçbir söz söylememeye, hiçbir eylemde bunumamaya büyük özen gösterme leri bu yüzdendir. Hepsinin kafasında az-çok su soru vardı:
Acaba başta ingiltere olmak üzere düvel- muazzama bize neyi münasip görüyordu…

SİVAS KONGRESİ’NDE MANDA TARTIŞMASI TESADÜF DEĞİLDİ
Anlamaya çalıştıkları o idi. Sivas Kongresi’nin manda tartışmalarıyla geçmesi bir tesadüf değildi. Kongreye katılan delegelerin sorunu, hangi devletin mandasına girmek ehven-i şerdir, ya da acaba bizi hangisi kabul eder sorularının tartışmasıyla geçmişti. Bir Amerikan mandasının ehven-i şer olduğu düşüncesi ağır basıyordu ama Amerika Birleşik Devletleri Anadolu’da bir manda rolü üstlenmeye yanaşmamıştı.
Dönemin belgeleri, konuşmalar, emperyalistlerle temaslar süresince takınılan tavır, ‘Barış Konferanslarındaki’ Osmanlı delegasyonunun tavrı ve benimsenen üslûp, söylediğimizi doğrular neteliktedir.
Durum böyle olduğu halde resmi tarih çok farklı bir söylem geliştirdi ki, bunların başında yedi düveli yenme safsatası geliyor. Fakat hepsi bu kadar da değil… Lozan, savaş meydanlarında kazanılan zaferin diplomatik alandaki taçlandırılması olarak sunuldu, hâlâ da sunulmaya devam ediyor.

LOZAN: BİR ANTİEMPERYALİZM MASALI NASIL YAZILDI
Oysa Lozanla ilgili gerçek tam da Tolga Ersoy’un kitabının başlığına uygun düşüyordu: “Lozan: Bir Antiemperyalizm masalı Nasıl Yazıldı?“. (6)
Yedi düvel yenilmedi ama Lozan’da yedi düvelin her istediğine razı oldular. Oysa, mütareke’den sonra İtilaf devletlerine tek kurşun atılmadı. Bir tek Yunanlılarla savaşıldı ki, emperyalist güçler Yunanlılara desteği kesip 1920′den sonra Kuvayı Milliyecilerle uzlaşma tercihi yaptıkları andan itibaren Yunan ordusunun Anadolu’da tutunması imkânsızdı.
Kaldı ki, Yunanlılarla savaş resmi tarihin ısrarla abarttığının aksine sınırlı bir savaştı. 15 Ekim 1921′de imzalanan Türk-Fransız İtilafnamesi emperyalistlerle uzlaşmanın başlangıcıydı ve söz konusu İtilafname Misak-ı Milli’nin açık ihlâli anlamına geliyordu…

MİSAK-I MİLLİYE VE YEMİNİ HATIRLATMANIN BEDELİ
“Yakındoğu İşleri Hakkında Lozan Konferansı” sadece Türkiye ile İtilaf devletleri arasındaki sorunları emperyalizmin tek yanlı çıkarına olarak çözen bir antlaşma değil, Ortadoğuyu biçimlendiren, bölgedeki emperyalist çıkarları güvence altına alan bir düzenlemeydi. Söz konusu antlaşma zaten son derecede mütevazi şartlar içeren Misak-ı Milli’nin de gerisindeydi.
Türkiye Lozan’da fiilen olmasa da hukuken hålâ Osmanlı İmparatorluğuna ait olan Suriye, Irak, Lübnan, Filistin’in manda yönetimlerine bırakılmasını kabul etti. Aynı şekilde Mısır, Sudan ve Libya üzerindeki tüm haklarından vazgeçti.
Limni, Semandirek, Midilli, Sakız, Sisam, adaları dahil 12 ada Yunanistan ve İtalya’nın hükümranlığına bırakıldı. İskenderun sancağı Suriye sınırları dahil edilerek, geçici nitelikteki Türk-Fransız İtilafnamesi onaylandı. Batı Trakya Yunanistan’a, Musul İngilizlere bırakıldı.
Sonuç itibariyle söz konusu antlaşmayla, Batı Trakya, Ege adaları, Musul, İskenderun sancağı [bugünkü Hatay vilayeti] , Batum [Gürcistan sınırlarına dahil edildi] Misak-ı Milli’ hilafına “çözüldü”…

TÜRK DONANMASI BOĞAZLARA GİREMEDİ
Türk donanmasının Çanakkale ve İstanbul boğazını girişi yasaklandı (ve bu durum 22 Temmuz 1936 Montrö Boğazlar Sözleşmesi, imzalananıncaya kadar devam edecekti), Osmanlı borçları kabul edildi ve 1951 yılına kadar da ödendi,
“…beş sene müddetle- Türkiye’de adli idare ıslah edilene kadar- hukukçulardan müteşekkil bir müşavirler heyetinin” Türkiye’de görev yapması kabul edildi ki, bu durum Türkiye’de 1920′li yıllarda yapılan “hukuk inkilabının’ gerisinde kim olduğunu ortaya koyuyor. Türkiye hukuk sistemini emperyalizmin ihtiyaçlarıyla uyumlandırma sözü verdiğinde kapitülasyonların kaldırılması artık sorun olmaktan çıkmıştı.
Kaldı ki, İttihatçılar kapitülasyonları tek taraflı olarak daha önce kaldırmışlardı. Zaten Kapitülasyonlar da emperyalizm için anlamını çoktan yetirmişti, zira, Türkiye burjuva hukukunu kabul edeceği sözünü verdiği koşullarda, hukukî kapitülasyonların kaldırılması emperyalizm için sorun teşkil etmiyordu. Nihayet, Lozanda gümrüklerin beş yıl süreyle eski düzeyinde korunacağı taahhüt edildi.

İZMİR İKTİSAT KONGRESİ’NDE VERİLEN MESAJ
Birinci Lozan görüşmeleri kesildiği koşullarda, alel acele toplanan İzmir İktisat Kongresi’yle, emperyalist kampta kalınacağı, emperyalizmin ekonomik-ticari-finansal çıkarlarına zarar verilmeyeceği imâ edildi…
İşte resmi tarihin eşine az rastlanır bir diplomatik zafer saydığı, her yılın 24 Temmuz’unda resmen kutlanan, ‘ateşli nutuklar atılan’ şu ünlü Lozan antlaşması böyle bir şeydi…Bu durum,yenilginin, teslimiyetin nasıl bir zafer olarak sunulabildiğinin ve buna insanların nasıl inandırıldığının ibret verici bir örneğidir.
Misak-ı Milli diye yola çıktığını ilân eden, her vesileyle Misak-ı Milli’den söz eden BMM üyelerinin bu kadarını kabullenmesi elbette kolay değildi. Lozan Konferansı’na gönderilen İsmet Paşa başkanlığındaki Türk delegasyonu, başta İngiliz heyet başkanı Lord Curzon olmak üzere, emperyalist delegasyonların dayatmaları karşısında bir varlık gösteremedi.
BMM’nin heyete verdiği, sınırlar, Adalar, Batı Trakya, Boğazlar, azınlıklar, kapitülasyonlar ve borçlarla ilgili, vb. talimatla, emperyalist cephenin talepleri arasında bir “uyum” ve “uzlaşma” mümkün olmadı. Bunun üzerine görüşmeler kesildi (4 Şubat 1923).
Mustafa Kemal 23 Nisan 1920′de kendini BMM başkanı seçtirmeyi başardığı tarihten itibaren, sahsi iktidarını güçlendirmek için sürekli mücadele etti. Tüm çabalarına rağmen BMM üzerinde tam hakimiyet kurmayı başaramadı. Daha Lozan’a gönderilecek heyetin seçiminde sorunlar çıksa da Mustafa Kemal, İsmet İnönü başkanlığında bir heyeti Meclise kabul ettirdi.

ALİ ŞÜKRÜ BEY GÖZDAĞI İÇİN ÖLDÜRÜLDÜ
Birinci tur Lozan görüşmelerinde dayatılan koşulları mevcut meclis kompozisyonunun kabul etmesi mümkün görünmüyordu. Lozan’da verilen tavizlere en şiddetli eleştirileri yönelten şahsiyetlerden biri olan Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey hunharca katledildi. Bununla BMM üyelerine gözdağı veriliyordu… Böylece itiraz edenlere bir mesaj verildi ama Mustafa Kemal bu kadarıyla yetinmeyerek, meclisi feshetti ve birkaç kişi dışında muhaliflerin yeniden seçilmesi engellendi.
Misak- ı Milli Mustafa Kemal ve dar ekibi için artık bir ayakbağı haline gelmişti. İsmet Paşa delegasyonuna ve Rauf Bey Hükümetine sert eleştiriler yönelten İzmit milletvekili Sırrı Bey’in Misak-ı Milli Beyannamesini bizzat kaleme alanlardan biri olduğunu hatırlatması üzerine Mustafa Kemal, “Keşke yazmaya idiniz. Başımıza çok belalar koydunuz” (7) dediği biliniyor.
Lozan ‘barış görüşmeleri’ üzerinde Meclis’te sert tartışmalar sürerken, söz alan Mustafa Kemal, “Misak-ı Milli’nin ne olduğunu önce anlamalı, ondan[sonra] mütecavizlerin kimler olduğunu ortaya koymalı. Misak-ı Milli hiçbir zaman şu hat şu hat diye hiçbir zaman hudut çizmemiştir. O hududu çizen şey milletin menfaati ve Heyet-i Celile’nin iabet- hazarıdır” demişti.

MİSAK-I MİLLİ’DE AÇIKÇA BELİRLENMİŞ SINIRLAR YOK
Mustafa Kemal eleştirileri püskürtmek için hep sınırların belirsizliği argümanını kullanmayı yeğledi. Gerçekten de Misak-ı Milli’de açıkça belirlenmiş sınırlardan söz edilmiyordu.
Beyannamenin birinci maddesindeki “mütareke hattı haricinde ve dahilinde” ibaresi bu tür manipülasyonları kolaylaştırıyordu.
Gerçekten de mesele sınır meselesi değil, “milletin menfaatiydi” milletten kastedilen de devletti, orada söz konusu olan kutsal devletin sahipleriinin menfaatiydi… Misak-ı Milli’ye dahil olan Musul savaşsız, çatışmasız İngilizlere bırakılmıştı ama hâlâ “Kerkük Türktür, Türk kalacak” türü nutuklar atılıyor. Misak-ı Milli’ye dahil olmayan Kıbrıs için ‘barış harekâtı’ düzenlenip adanın kuzeyi işgal ediliyor…

KÜRTLER MİSAK-I MİLLİ’NİN NERESİNDE DURUYORDU?
Bilindiği gibi, Misak-ı Milli Beyannamesi’nde Kürt adı geçmiyor. Birinci maddede “din ortaklığından”, “Osmanlı İslam ekseriyetinden”, “ayrılık kabul etmez bir bütün”den söz ediliyor. Milli Mücadele boyunca, “Türklerin ve Kürtlerin Misak-ı Millisi”nden, self determinasyon’a, muhtariyete, mahalli idare kurma hakkına varıncaya kadar bir dizi vaadde bulunulsa, Kürtlerin farklı bir etnik kökene sahip oldukları çekingen bir tarzda da olsa da ifade edilse de, o dönemde geçerli ‘millet’ anlayışından ötürü, Kürtlerin Türk Milletinden sayıldığı izlenimi ortaya çıkıyor.
Fakat gerek beyannamenin birinci maddesi, gerekse de Mustafa Kemal’in 18 Aralık 1919 tarihli demeci, daha işin başında çelişkiyi ortaya koyuyor. Nitekim, Mustafa Kemal söz konusu demecinde şunları söylüyordu:” [...]devlet için milli yeni bir hudut kabul ettik [...] Bu hudut ordumuz tarafından silahla müdafaa olunduğu gibi aynı zamanda Türk ve Kürt anasırıyla meskun aksamı vatanımızı tahdit eder”. (8)
Kürt yurdu olan Musul Vilayeti 2 Kasım 1918’den itibaren İngilizlerin işgali altında olduğuna göre, Kürdistan’ın bölünüp-parçalanmasına razı olunduğu, bu durumun sorun edilmediği anlalışıyor…
Mustafa Kemal 24 Nisan 1920’deki demecindeyse, “(Erzurum Kongresinde) vatan hududu dahilinde yaşayan anasır-ı İslamiyenin her birinin kendine mahsus olan muhitine, âdatına, ırkına mahsus olan imtiyazatı bütün samimiyetle ve mukabilen kabul ve tasdik edilmiştir” (9) diyor.
Açıkça ifade edilmese de Kürtlerin self-determinasyon hakkına sahip oldukları imâ edildiyor. Fakat Amasya Protokollerinde daha net ifadeler kullanıldığı görülüyor. Bir taraftan bu tür beyanatlar verilirken, diğer yandan da Türk, Kürt, Çerkes, vb. birliğine ve bunların bölünmezliğine yapılan vurgunun dozu artıyor. Develetin durumu netleştikçe, başta Mustafa Kemal olmak üzere, yönetici kliğin duruma hakimiyeti pekiştikçe, emperyalistlerle anlaşma yolunda mesafe kaydedildikçe, uslubun da değiştiği görülüyor. Bu sorunla ilgili yapılan tüm konuşmalar mutlaka birliğe-bölünmezliğe yapılan bir vurguyla bitiyor.

HEDEF KÜRTLERİ DE TÜRKLEŞTİRMEK…
Meclisin ve hükümetin hem Kürtlerin, hem de Türklerin meclisi ve hükümeti olduğu, Lozan Konferansı’na giden heyetin Türkleri ve Kürtleri temsil ettiği, Misak-ı Milli’nin Türklerin olduğu kadar Kürtlerin de Misak-ı Milli’si olduğu ifade ediliyor.
Eğer söylemin lafzından ziyade ruhu dikkate alınırsa, asıl niyetin Kürtleri Türkleştirmek olduğunu söylemek mümkündür. Adadolu’da Türk ırkına dayalı bir devlet-ulus kurmak isteyenler, ülkeyi Rum ve Ermenilerden temizleyerek zaten bu yolda büyük bir mesafe kaydetmişlerdi. Geriye Kürtleri Türkleştirmek, değilse hizaya getirmek kalıyordu. TC elbette Kürtlerle birarada yaşamak isitiyordu ama bir şartla: Kürtler hiçbir hak talebinde bulunmadıkları sürece…
TC iktidarının bu tür bir politika uygulayabilmesi, bizzat Kürtler tarafından da kolaylaştırılmıştı. Nitekim herbiri ayrı bir ‘devletçik’ halindeki Kürt aşıret şefleri arasındaki bölünmüşlük ve rekabet, onların gelecekleriyle ilgili ortak tavır almasını, ortak bir politik proğram izlemesini olanaksız hale getirmişti.
Bir bölüğü açıkça Kuvayı Milliyecilerle ortak hareket ederken, bir bölüğü de silahlı mücadele yürütüyordu, bir başka kesim iki taraf arasında ‘kararsızdı’, vb. Zaten Kürt aşiret reisleriyle Kuvayı Milliyeciler arasındaki “muğlak mutabakat” Hilafet Makamı’nın tasfiyesinden sonra problemli hale gelmişti.
Resmi söylem, sorunun Lozan Konferansı’nda çözüldüğünü, Kürtler Lozan’da temsil edilerek Self- determinasyon hakkını kullandıklarını, artık söyleyecek sözlerinin olmadığını ileri sürerek, sorunu kapatmaya çalışıyor.

KÜRTLER LOZAN’DA TEMSİL EDİLDİ Mİ?
Gerçekten Lozanda Kürtler temsil edilmiş miydi? Edilmişse ne kadarını kim temsil etmişti? Bu soruların burada cevaplanması için yerimiz yok ama şu kadarını söyleyebiliriz: Kürdistan’ın güneyi [Musul Vilayeti] ingiliz işgali altında olduğuna göre, Lozan’a o bölgeden temsilcilerin katılması zaten mümkün değildi. Üstelik Kürtler İngilizlerle savaşmaktaydı. Daha baştan İngilizlerle anlaşarak Kürt yurdunun parçalanmasına onay verenlerin bu gün hâlâ Kürtlerin self-determinasyon hakkını kullandığını söylemesi ne anlama geliyor?
Resmi tarih imalatçılarının zorlamaları ve imal ettikleri safsatalar bir yana bırakılırsa, TC’nin sınırları ‘yedi düvele’ karşı ‘ulusal bir kurtuluş savaşı’ veren Kuvayı Milliyeciler tarafından değil, emperyalistler tarafından ve onların tekyanlı çıkarlarını gerçekleştirecek biçimde çizilmişti.

EMPERYALİSTLER ERMENİSTAN’IN KÜÇÜLMESİNİ İSTEDİ
Daha önce başka yerde (10)yazdığım gibi, Sovyet Devrimi ve iç savaşta Bolşeviklerin zaferi, emperyalist hesapları alt-üst etmişti. Bolşeviklerin zaferi ve devrimin yayılma potansiyeli karşısında başta İngiltere olmak üzere emperyalist güçler, Sevre Antlaşması’nda tâdilat yapmak zorunda kaldılar.
Orhan Dilber’in ifade ettiği gibi, “Zaten asıl büyük değişiklik Türkiye’nin Misak-ı Milliye göre genişlemesi biçiminde değildir. Nitekim yukarda gösterildiği gibi, bu bakımdan bir daralma söz konusudur. Bu nedenle söz konusu değişikliği Kuvayı Milliye’nin Misak-ı Milli aşkıyla daha büyük topraklar fethetmesi biçiminde yorumlamak yerine, emperyalistlerin Büyük Ermenistan ve bir özerk Kürdistan’dan vazgeçmesi biçiminde yorumlamak gerekir.Türkiye’nin sınırlarının bir tek bu çerçevede genişlemiş olması ve başka cephelerde bilakis geri çekilmiş olması da bu yorumu açıkça doğrulamaktadır. Bu bakımdan emperyalistler Ermenistan’ın küçültülmesini tercih etmiş ve Batı Ermenilerini de buna razı etmişlerdir. Kürtlerin kuzeyde kalan kesimini de 7 düvele karşı savaş havasındaki azgın Kuvayı Milliyecilerin önünde yalnız bırakmışlardı.” (11)

TÜRKİYE’NİN SINIRLARINI BELİRLEYEN FAKTÖRLER
Dolayısıyla, Türkiye’nin sınırlarını belirleyen başlıca faktörler: Bolşeviklerin Çarlık döneminde işgal ettiği topraklardan çekilmesi, ABD’nin de Sevre’den doğan haklarından vazgeçmesi ve Sovyet devriminin emperyalist dünyada yarattığı korkudur. İşte TC’nin ve Ortadoğu’nun savaş sonrasında aldığı biçim bu üç faktör tarafından belirlenmişti. Artık o aşamada sorun, sınırların şuradan veya buradan geçmesi değil, emperyalist çıkarları tehdit eden komünist yayılmayı engellemekti ve T.C. bir tampon bölge olarak bu işlevi yerine getirecekti…

Dipnotlar
1- Tarih IV, Türkiye Cumhriyeti 1931, s. 64. İstanbul Devlet Matbaası,
2 – Bkz: Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I, III, TTK yayını, s. 73.
3 – 23.4. 1920’de BMM açış konuşması.
4 – “Kemalist Düşüncede “Türk Milleti” Kavramı”, Türkiye Günlüğü, Mart-Nisan 1995 ss: 127-141.
5 – Yazar, isimleri sayfa altındaki notta veriyor, ana metne tarafımdan eklenmiştir.
6 – Bkz: Sorun Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 2004.
7 – Bkz: TBMMGCZ,III, s. 1319.
8 – Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, II, s. 12.
9 – Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, I, 2.baskı, s.30.
10 – Paradigmanın İflası, Özgür Üniversitie Kitaplığı.
11 – Bkz: “Bir Emperyalist Saldırı Projesi [BOP]Orhan Dilberle Söyleşi”, in Ozguruniversite.org Güncel Yazılar, 7 Nisan 2006.

KAYNAK: http://www.ozguruniversite.org/index.php/fikret-bakaya/guenluek/471-misak–milli–bir-efsaneyi-sorgulamak














































  









  





  





  






  





6 Mayıs 2014 Salı

Ahirêt rahîb û Şûfêr





Yew rahip û yew şüfêr otobos piya êynî ruec mirênî û piya şinî ahîret.
Şüfêr waxt cuwiyayişî xo di zaf xirab êrebê romitîn.  Bêr cennêtid aziz Peter şinû eyn vera û vunû:
Cinişin êrebê mi , ez şima bêrî cê şima, şima mocnî.
Yew mudê pê êreba şînî bîn yew kuê di sêr 50 donîm yew êrazî û vêr yew kom dî êzîz êrebê vindarnênû.
Êzîz rahip ra vûnû:
itya kê to û ebedî û êrazî to newe wo.
Bon tera hem baxcê to zaf zergûn, hem zî hozê awk zî tedê esta.
Zerê kêyê di zaf kitab zî estî.
Ti ityad îsrahat kenî onênî kêyf xo.




Êzîz , şüfêr ra vunû :
-êrebê niş ma şin cê to.
Piya konî rahar şînî miyan yew gema pîl  ra vîyêrênî, guêl û dêrê tede estî, tera viyêrênî yew ca û düz di vindênî.
500 donim êrazî ser yew şato ya pîl 200 odê tede estî ,êzîz şato mocnenû şüfêr vunû inê toya.
Êra tepîya tî ityad cuwîyênî.
Bin êmrê tod xizmêkar estî ti çi vacî xizmêkar vatê to anî ca.
Êzîz şüfêr ra xatir wazên û tepîya agêrenu.


Şüfêr şaş benû agêrenû êzîz û vunû:
Êzîz efendî, inê rind bizon, ez tora zaf hürmet kena , labelê qey ez rahîp ra hîna zaf bîya  wahar mal û milk?
Mi sekerdo?


Êzîz vunû:
şüfer beg, xizmetê to hina zaf biyû rahip ra.
Ti mi persî, to hina zaf insan erşawitî cennet, la rahip sekerdo?
Waxtag ti niştînî sêr êrebî ,zerê êrebîd çend insan estibi, piyorin salavat ardînî. Ridî sevab eyn ra ti hê ityadê.
Rahip cê xo dî ronişto , ha raşt ha xeletra zaf kêm insan erşawîtî itya ma het.
Yenû mi vîr, to yew roc'id hindê rahîb insan erşawitibî îtya, in semedra mikafat to rahîp ra hîna girdo.